30 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir süredir köydeyim, şehirden uzakta ve hayat burada gerçekten keyifli! Akrabalar, uçsuz bucaksız yeşillik bir yana, elimdeki imkanlardan kopmamanın verdiği bir haz da var. Bizim köydeki evimiz biraz moderndir de, Playstation'ımız da var burada, bilgisayar da var internet de var. Bunların hepsinin yanında koca koca ağaçların gölgeleri, bahçede salıncak, iki tane köpecik... Yahu , ne diye şehirde didinip duruyoruz ki birazcık arsa için. Şurdaki keyif nerde var azizim!
- Vallahi hiç bir yerde yok haklısın. Ben şimdi sana bakıyorum buradan , oh ne ala!
+ AA sen mi geldin!
- Ne sandın ya! Kaç gündür burada nöbet tutuyorum gelen giden yok. İnsan dükkana uğramaz mı hiç!
+ Tembelim işte ne yaparsın. Hem benim blog'um, benim işçim! Tabi ki burada duracaksın!
- Bana bak! MeneS misin nesin alırım ayağımın altına!
+ Tabi. Olmayan ayaklarının altına girmek için sabırsızlanıyorum açıkçası.
- Sanal olabilirim, ama belki de bir gün insan olurum. Pinokyo'yu unutma derim.
+ Ben de sana güle güle derim o zaman.
- Ama... Ama...!
Kadın - Erkek eşitliği hakkında bir şeyler okudum son zamanlarda ve insanın toplumsallık duygusu ile bağlantılıydı bu okuduklarım. Alfred Adler'in bir kitabından bu okuduklarım. Kendi fikirlerim ile bire bir örtüştüğünü ve benim düşünemediğim kadar detaylı olarak sorunu ele aldığını gördüm. Eh tabi ki =)
İnsanın gelişiminde, çocukken aldığımız eğitimde kız veya erkek olmanın gelişim üzerindeki etkilerini uzun uzun yazmış arkadaş. Hoşuma giden tarafı, hangi cinsiyetten olursak olalım toplum tarafından bir bakış açısına maruz kalacağımız ve toplumun bizi koymak istediği yere göre değerlendirileceğimizdi. Ufak bir düşünme seansından sonra bu işin gerçekten de böyle olduğunu gördüm. Erkeksek (erkeksem, erkeksen. Ya da neyse kafam karıştı ehuah) sen evinin direği olacaksın. Çok fazla duygusal olmayacaksın, ağlamayacaksın çünkü ağlamak zayıflık belirtisi. Korkmayacaksın.O da öyle. Sözün geçecek. Kızsan ev işinden anlayacak, hamarat olacaksın. Evini toplayıp çocuklarına bakacaksın. Toplumun bir kısmında bu kadar katı bir anlayış olmasa da , hepimizde bundan biraz bulunduğunu inkar edemeyiz. Kadınların iyi yemek yapmasını beklemeyen var mıdır? Peki neden öyle? Kim yüklemiş onlara güzel yemek yapma görevini? "Eee işte öyle olmalı ama" diyor insan kendi kendine. Ben de öyle düşünüyorum. Ama kaynağı yok. Çünkü tanıdıklarımız böyle düşünüyor. Daha ileri gidip "Kadın dediğin evde oturmalı" diyen de var ama onlara değinmeyeceğim artık.
Bir şeyler hakkında yazmak isteyip de onu unutmak kadar kötüsü varsa da, sonradan aklına ikinci defadan gelen o şeyi tekrar unutmakmış. Tecrübe ile sabit.

24 Temmuz 2011 Pazar

Yahu yazmak isteyip de konu bulamamak ne kadar abes bir dertmiş? Domatesim var ama hıyar yok ki salata yapayım.
Kendi çapımda yazdığım fantastik hikayeye devam etmem lazım. AHAN da yazıyorum buraya.
Hayatta bazı şeyler karşısında aciz olduğunu hissetmek, insana güzel mi hissettiriyor yoksa bana mı bir tek öyle geliyor? Peki bu acizlik duygusu bizi etkiliyor mu? "Televizyonlarda gördüğümüz açlık haberleri , savaşlar, çekilen acıların ekrana yansıtılması, bizim o konuya müdahalemiz olamayacağı için içimizdeki sorumluluk duygusunu öldürür" diyordu Nuray Sakallı, Sosyal Etkiler kitabında. Çin'de bir yerde sel olmuş, savrulup giden insanlar , arabalar, kaybolan çocuklar, ölen bebek haberleri... Elimiz uzanmıyor ki hiç birine? Duyarsızlaşmaz mıyız gerçekten? "Zaten bir şey yapamıyorum ki bunların iyileşmesi için!" demez mi insan, der, diyorum da. İstemiyorum duyarsız olmak.

Kapı Kolu

Uzun zaman oldu da. Bir şeyler yazma ihtiyacı hissetti aciz parmaklarım. Öncelikle ;
- Taa bir kaç ay öncesinde hayatımda yapacağım küçük değişikliklerden bahsetmiştim ya hani?
+ Eeee?
- He işte, bak onlar etkisini göstermeye başladı hayatımda. Eskiden belki 500 metre koşamayan hemen yorulan bu genç beden artık 4.5 kilometre yavaş tempoda kesintisiz koşabiliyor. Şimdi diyeceksin ki ne var bunda?
+ Desene beni benden iyi tanıyorsun.
- Pff... Bak şunu diyorum, aylar öncesinden aldığım küçük bir karar, artık hayatımın önemli ve farklı bir parçası oldu. Artık koşmayı çok seviyorum, hem de çok. Rahatlıyorum koşunca. Gecenin verdiği huzur farklı, kulağımda Apocalyptica'dan gelen Farewell, Barış Manço'dan Alla Beni Pulla Beni'nin ezgileri gündüzden de farklı... Öyle böyle değil ya anlatamam sana bak çok keyifli! Hem bilgisayar başında en çok sevdiğim şeyi yaparak kaybettiğim sağlımı geri kazanıyorum. Var mı böyle bir şey!
+ Var aslında. Ne biliyim kas mı yapıyon nedir senin durum?
- Iyyy uzak dursun o durum benden. Balon gibi kas yapmak istemiyorum. Hatta kas yapmak istemiyorum nereden çıkardın bunu! Tek istediğim yıllar boyunca resmen bedenimin çevikliğini nasıl adım adım kaybettiysem onu geri almak.
+ 20 yaşında nasıl düşünceler bunlar? Yaşlanmış gibisin Menescan?
- Hayır. Sadece mantıklı düşünmeye çalışıyorum tamam mı! Tek yapmak istediğim bu! Ötesi yok! Artık irademin önüne geçebiliyorum. Farkındayım biraz geç, ama olsun.
+ Peki resim filan nasıl gidiyor bakalım onu söyle sen?
- Bak noldu biliyor musun! Küçük bir adım da olsa TRT'nin düzenlediği animasyon yarışmasına ve eğitimine katılacağım. Yalnız ayın 29'una kadar hazırlamam lazım. Baya bi' sıkışacağım. Zaten köye de gideceğim bu gecenin sabahında. Artık orda bir şeyler hazırlayacağım.
+ Verdiği cevaba bak sanki umursuyorum seni...
- Umursayacaksın tabi gerzek! Senin maaşını ben veriyorum! Ben yokken buralar sana emanet! Koskoca MaviYoğurt burası!
+ Hmmm tabi ne demezsin. Koskoca.
- Onu geç de bak ne diyeceğim sana biliyor musun?
+ Ne diyeceksin söyle bakalım?
- Hiç hayatına farklı bi' zaviyeden bakma imkanı elde ettin mi?
+ Vallahi Windows'tan başka pencereden bakamadım hayatıma henüz
- Komik miydi bu şimdi?
+ Well, shit...
- Bak bak ne diyeceğim sana! Steve Jobs'un Stanford Üniversitesinde yaptığı konuşmayı izledim. Ve ne desem beğenirsin : adamı görsem elini öpecek konumdayım şu anda, o kadar saygı duyuyorum. Önceden tüketim toplumuna (ve de bu toplumun bir bireyi olarak kendime) yöneltmem gereken öfkeyi , Apple'a ve Steve Jobs'a duyuyordum. Ama şimdi öfkemi başka şeylere yönelttim, yöneltilmesi gereken yerlere. Bak can alıcı noktaları illeteyim konuşmasından : Hayatımızdaki noktaları birleştirmekten bahsetti. Geçmişe baktığımızda, başımıza gelen iyi ve kötü herhangi bir olayın sonraki olaylar ile ne kadar ilişkili olduğunu gözler önüne serdi. Kendi kurduğu şirketten (Apple'dan) ayrılınca o vakit çok üzülmüş falan filan. Ama hayat farklı kapılar açmış önüne. Ve Pixar Animations'u kurmuş ki bugün animasyon denilince mihenk taşı olmuş firmalardan biridir. Mesela üniversitede aldığı , sadece hoşuna gittiği için, bir ders onun gelecekte Mac bilgisayarlar için farklı bir yaklaşımı ele almasını sağlamış.
+ Sen anlatınca olmuyor değil mi?
- Pek olmuyor aslında. Sonra ölümden bahsetti. Kendisi bir zamanlar pankreas kanseriydi. Zaten ölümden ve kanserden bahsedince kendimi direk onun yerine koydum, empati yaptım, ne düşündüklerini birebir hissettim. O an, ona karşı olan tüm (nedensiz) nefretim gitti. Doktorlar ona 6 ay gibi bir ömrü kaldığını söylemişler. Düşünsene, doktora gidiyorsun, tahliller testler... Geliyor karşına, zor da olsa : "Öleceksin sen" diyor. Hangi yürek kaldırabilir ki bunu! (Ben bunu yazarken bile ölümü bekleyen insanların acısını duymadığım için utanmalı mıyım acaba?). Ve evine çekiliyor. Şu cümlesi etkilemişti beni : Ölmeden önce hayatınızda yapmanız gereken şeyleri yapmak için çok daha kısa süreniz oluyor. Oğlunuza 20 senede aktaracağınız bilgiyi, şimdi 6 ayda aktarmak zorunda kalıyorsunuz. Düşün : Ölüm yakın. Buz gibi soğuk. Allah'a inan veya inanma, ciddi bir mevzu. Peki sonra olan ne? Yapılan sonraki tahlillerde , kanserin, ender rastlanan ve cerrahi yöntemle alınabilen bir tümörden oluştuğu saptanıyor. Ölümden dönmek böyle bir şey olsak gerek? Doktoru ağlayarak söylemiş bunu Amcama.
+ Şimdi de amcan oldu?
- Hee, nolmuş? Hayatın değerini ben o adam kadar bilemem tabi ki. Her sabah kalktığında , aynaya bakıp da "Yarın son günüm olsa , acaba bugün ne yapardım?". Etkileyici bir soru değil mi? Her günümüzü bir nebze olsun canlandırmak için yetmez mi bu küçük "ikna"? Denedim, çok etkili. Normalde renksiz, sıradan geçen bir yaz günü, çok farklı bir güne dönüşebiliyor. Normalde "sabah kahvaltı + oyun moyun + oyun sektörü ile bilgi toplama + pinekleme + gazete okuma + kitap okuma " arasında bocalayan , iradeden yoksun bir hayattı benimki. Lakin, bu sabah erkenden kalktım. Açtım 2 saat kitabımı okudum. Yapacağım küçük animasyon hakkında bir kaç fikir ürettim, oyunu mu da oynadım. Hem de çok sevdiğim bir arkadaşımla. Sonra da saat 10 gibi dışarı çıktım. Pes etmeden , tembel ruhuma inat 4.5 kilometre koştum. Sonra gitti sitedeki spor salonuna girdim. Ama bunların hepsi, küçük değişikler sonucu buraya kadar gelmiş şeyler. Hiç eskiden koşmaya başlamasaydım, çıkar mıydım koşturmaya? Hayır. Hiç eskiden kitap okumaya başlamasaydım, alırdım elime Diriliş'i? Hayır. Ama küçük değişimler tutarlı bir şekilde ilerleyerek hayatımızı etkilermiş onu da öğrendim. Zaten insan doğası gereği tutarlı olmak ister. Yaptığı bir şeyi sonra da devam ettirmek, zihnindeki bir düşünce ile yaşamını paralel tutmak ister. Çünkü bu, nedeni bilinmez ama, insana kendini güzel hissettirir.
+ Bu kadar mı yazacakların?
-... Dinlemedin değil mi beni?
+ Efendim?
- Bir gün  , bu internet denen çöplükte işsiz kaldığında öğreneceksin elinden neyi kaçırdığını ama farkında değilsin işte...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

 Aklıma şöyle bir konu geldi : Hayatımızdaki düzeni sağlayan unsurlardan birinin destekleri sallanmaya başladı mı, ne hale düşüyoruz ama!
Evet oturdum bunu düşündüm. Ama "düzen" derken , hayatımızdaki neredeyse her şeyi kastediyorum : nefes almak, yürümek, bankaya para yatırmak, işe giderken otobüse binmek. Hepsi rutin işler. Tabi ben çok fazla nefes almam diyen çıkarsa, öper başıma koyarım o ayrı. Bunlardan biri aksayınca , aslında arkalarında o düzenin çarklarının dönmesini sağlayan unsurların ne kadar karmaşık olduğunu görüyoruz. Nefes almak, nefes almaktır. Ama bu sırada bir sürü sinirsel ileti olur, gaz alışverişi gerçekleşir, kaslara enerji gider vb. teferruat. Ama nefes almanın bu kadar karmaşık olduğunu düşünüyor muyuz hiç? Hayır. Bu cümleyi yazarken bile aldığım nefeslerin hesabını yapmıyorum. Ya da bir bilgisayarın çalışmasını ele alalım. İnternete girmek isteriz, gireriz. Yine arka planda bilmem kaç devre, kablo aktiftir aslında ama biz sadece önümüzdeki görüntüye bakarız. Bu çarkın dişlilerinden biri parçalandı mı , ulaşılamaz olur istediğimiz şey. Başlarız söylenmeye. Biraz da değerini anlarız o düzenin. Mesela benim evimde internet yok şu anda. Arkadaşım bana Turkcell VINN (reklam kokan hareketler, evet) verdi oradan bağlanıyorum. Ama bunu almadan önce de internetten kopuk durduğum süre boyunca , hayatımda belli bir yere yerleşmiş bu teknolojiyi ne kadar az önemsediğimi farkettim. Tabi ki şunu demiyorum : "İnterneti sevelim internet candır ona iyi davranalım". Fakat en azından gözden kaçırdığımız bu düzen silsilesinin işleyişine arada bir kulak verelim.
  Hayatımızın aslında birbirinden bağımsız bir çok düzen ile işlediğini görelim lütfen beyefendiler ve hanımefendiler.

5 Temmuz 2011 Salı

Geçen gün eve giderken şöyle bir tabela gördüm : "Saif Boya - Bir italyan klasiği..."
Şimdi... Saif ustacım, eğri oturup doğru konuşalım. Nasıl bu isimle italyan klasiği olabiliyorsun sen? İtalyan göçmeni misin? Hayır, adın Saifello filan da değil. Olmadı Saif usta, gözümden düştün.

Sıtrayks Bek

+ E oha 1 ay olmuş!
- Nerden başlasam ne yazsam bilmiyorum ki.
+ Öncelikle neden gelmediğinden bahsedebilirsin bana? Bak burda özleyenin var?
- Kim? Sen mi? İlahi Enes. Sen adamı öldürürsün (/die/). Bak nerdeydim biliyor musun? Sı-
+ Hayır bilmiyorum. Bilsem sorar mıydım?
- Sözümü kesmesen çok d-
+ Anlatacak mısın sözünü kesmezsem?
- EVET! Sınavlar çalışıyordum. Zaten 1 ayı aldı götürdü Enes ne yapayım. Sonra da taşındık. Çekmeköy diye bi' yere. Kadıköy'e de Üsküdar'a da, gerçek İstanbul'a da oldukça uzak. Ev iyi güzel de, dediğim gibi yeri çok kötü. Eskiden yürüyerek giderdim Capitol'e, şimdi otobüse binip 1 saatte gidiyorum. Her yolculuğumda içimde biriken hüznü keşke tadabilseydin. Eeee sen ne yaptın ben buralarda yokken?
+ Valla nolsun işte, uğraşıp duruyoruz.
- Neyle uğraşıyorsun ki be?
+ Valla nolsun işte, nolsun lan hakikaten?
- Sen işe yaramaz beş para etmez koca bi' patates çuvalısın biliyor musun?
+ Bana bilmediğim bir şeyler söylersen memnun olurum Mr. Özel.
- Ooooo beyefendi mi olduk? Londra'ya yolun mu düştü hayırdır?
+ Hayır.
- Neydi peki o Mistır?
+ Bilmem. Öylesine söyledim.
- Yazdım demek istedin herhalde?
+ Hayır. Söyledim. Yazdıklarımı söylüyorum ben belki nerden biliyorsun?
- Bilemem tabi. Patates çuvalları hakkında pek bir bilgim yok.
+ Allah Allah! İçinde yaşadığın yer hakkında nasıl bilgi sahibi olmazsın?
- Neydi bu şimdi? Laf mı koydun?
+ Eheeh. Evet. İyiydi ama bak kabul et.
- Hayır etmiyorum. Hem patates olunabilir. Bu kötü bir sıfat değildir kanımca.
+ Bilmem ki. Patatesleri soyarlar mesela? Kimin soyduğuna da bağlı. Aslına baka-
- Tamam Enes kes! Muhabbet götürmeden burada bitiriyorum!
+ O zaman bu kayıt da yaz kayıtlarının ilki oluyor değil mi?
- Euuvvvet!