ulaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ulaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2016 Pazartesi

  İstanbul'da çalışıp, işe arabayla gidip de, trafik denen meymenetsiz ile tanışmadan olmaz tabi. İlk günlerde yaptığım stresi artık yapmıyorum. Macarı (benim arabanın arkadaş grubu içerisindeki lakabı) sol şeride alıp, sağdan emniyet şeridinden gidenleri görmezden gelmenin "mutluluk" demek olduğunu kavramış durumdayım. "Ignorance is bliss" denilir ya hani, öyle bir şey.
  Trafikte akıp giden zamanı bir şekilde değerlendirmek gerekiyor tabi ki. Sesli kitap dinlemek değerlendirilebilecek bir seçenek. Ama her yararlı şey gibi, hayatımıza sokulması oldukça zor bir şey olduğu için, Spotify'i tercih ediyorum. Özellikle son bir kaç gündür PERA'dan "Ne Ala" ve "Sensiz Ben"e sarmış durumdayım. Hayatın gerçekleri ve erişkin dünyasının ciddiyeti karşısında neredeyse kaybettiğim o duygusal damarıma yeniden hayat veren bu iki şarkı, hem sözleri hem de müziğinin güzelliği ile beni kendisine bağladı.
  NOT: Şarkıların hissettirdiği gerçek duygular için klipsiz hallerinin izlenmesi tercihimdir, eğer klip şarkı ile aynı minvalde değilse. "Sensiz Ben" klibi o açıdan başarısız. Ama olsun.

24 Nisan 2013 Çarşamba

 103 adında (ama kendisine numaralar yakışmayacak kadar kişilik sahibi (?!)) otobüsümün ikinci katında yolculuk ederken bundan sonra aklıma gelecek olan şarkı :  Touch the Sky. Tüm otobüs el ele bunu söylesek ne güzel olur ehuah. Pencerelerden sevgi dağıtsak insanlara, herkes o sevgi ile sokakları pembeye boyasa falan. Sonra otobüstekiler anlaşıp, bir sonraki gün tekrar buluşsak aynı yerde. Yine aynı sevgi ortamı. Herkes gülücükler saçıyor, otobüse binen herkes mutluluktan gözyaşlarına boğuluyor... Yok tabi böyle bir dünya. Kulaklığından canlı yayın yapan ergen liselilerden, müziğin sesini insani seviyelere indirmelerini istiyoruz. O kadar.

25 Ocak 2013 Cuma

Freud ve Öküzler

  Evim uzak sanırdım. Evim uzak aslında . E sanmıyormuşsun, öyleymiş zaten? Girme konuşmaya dangalak. Giriş yapayım dedim beceremedim yea. Aslında burada kendi evimin ulaşımının kolay olduğundan  Çekmeköy'den gidip gelsem bile bunun o kadar zor olmadığından bahsedecektim. Ama daha baştan stajer CIA ajanı gibi ele verdim kendimi ne olacak şimdi? Gökten her biri yüzlerce kitap okumuş ve dil hakimiyetleri had safhada olan entelektüel kuşlar gelip bana yardım etse bile, toplayamam buradan ben. Baştan alalım o zaman. Beklenen "oynat uğurcum" esprisi gelmedi.
  Öhöm, bugün bir arkadaşımın bilgisayarına Windows yüklemekti amacım ve bunun için kendisinin evine gittim. Tabi itiyat gereği insanların evine gidip de Windows yüklemiyorum bilgisayarlarına. Deliyim ama o kadar değil. Ne Roma yakmışlığım var, ne de bu deyim ile ilgili şarkı söylemişliğim. Kendi çapımda, yaptığım delilikler çoğu zaman ehven ve sehven vuku buluyor. Ne kelime kullandın ama hea. Arkadaşın evi Uğur Mumcu'da ve bu arkadaşın her gün ne kadar yol gittiğini biliyorum. Ama bugün, ulaşım meleklerinin izni (şoförler?) ve akbilimin karşı konulamaz gücü ile ilk defa test etme şansım oldu bu kötü şöhretli yolu. Böylece elimdekinin kıymetini daha da öğrendim. İki gün sonra yine şükürsüz şakir olarak gezecek olsam da, şükürler olsun diyorum şimdi. Bu arada Şükürsüz Şakir'i güzel buldum. Tescilleteceğim. He canım, he.
  Yolculuğumuzun birinci aşaması olan Metrobüs aşaması ile başladık İstanbul'un yollarını arşınlamaya (Metrobüs'e varmak için tramvaya binmemiz nedense aklımdan çıkmış. O kadar benimsemişim olaya bak. İnsan tramvay yolculuğunu özümser mi hiç?!) Binmeyeli kaç ay olduğunu saymadım (Ogun Sanlısoy - Saydım... Komik bence...) . Ama eskiden Edirnekapı'ya kadar gelen 34A, artık Cevizlibağ'a kadar geliyormuş. Bu acımasız gerçeği öğrendiğimde benim için büyük ama insanlık için küçüğünden psikolojik travma geçirdim. Sanki nöronlarımın üzerinden damperli kamyon geçti. Şayet, ilk 2 sene boyunca olması için pasif olarak sayıp sövme faaliyetleri gösterdiğim ama İETT'nin sebat ederek yapmadığı bu değişiklik olsaydı, Altunizade'den tek araçla Cevizlibağ'a gelecektim. Bunu öğrenince, geçen iki sene boyunca, bu ulaşım mucizesinin gerçekleşmemiş olmasına üzüldüm. Damperli kamyonun etkileri tabi ki. Sonra da silkinip kendime geldim : "Lan ne yapıyorsun sen? Neye üzülüyorsun Allah aşkına?" Silkinmenin etkisi ile, toplu ulaşım depresyonundan ve damperli kamyon sebepli psikolojik sekellerden kurtuldum. Yükselen zihin ve mutluluk durumum, Metrobüs'te oturmam ile tavan yaptı ("oturarak tavan yapmak"). Bir süre sonra da bu tavan delindi, arşa çıktı bünye. Bulutları deldi, metrobüsler artık görünmez oldu o mesafeden. Çünkü oturduğum yerin karşısında harikulade bir hanımefendi, sanki İstanbul halkına güzellik dağıtmak amacıyla dışarı çıkmıştı ve gele gele benim karşıma oturmuştu. Allah affetsin, dışarı bakarken gözüm kaydı bir iki kere. Bir iki? Tamam tamam, bir ikiden fazla. Ama öyle trene bakar öküz gibi bakmadım şimdi. Güzelliğe duyulan saygının yanında , güzel'e de (onun da bir "insan" olmasını göz önünde bulundurarak) saygım var tabi. Nerede durup insanları rahatsız etmemem gerektiğini sanırım belirleyebiliyorum. Acaba öküzler de trene bakarken : "Abi yok ya, öyle çok bakmıyorum" diyor mudur ne dersin MeneS? Ne bileyim, git Freud'a sor.  Nerede kalmıştık? Ha yolculuk meselesi. Gidiyorduk öyle. MeneS'im! Bu yazdığın cümleyi bana sonra uzun uzun açıkla olur mu? Ortaokul seviyesini ne kadar aştığını tartışalım seninle. Uzunçayır'a kadar gittik. Arkadaşım ayakta yolculuk edip, kibarlık konusunda ders verircesine bol keseden boş yer dağıttı. Kendisine bundan sonra Kablo diyeceğim. Kendisini teşhir etmek istemiyorum. Kablo çok güzel oldu. Kablo... Kibarlığı ile bir ilgisi yok ismin bu arada. İlla bağlantı kurmak istiyorsanız... Uğraşmayın.
  Metrobüs'den inerek ve bu ulaşım aracını tanımlayan bu kelimenin başka hangi dilde var olduğunu düşünmeyerek, Ünalan mıdır nedir, oradan metroya adım attık. 20 kuruşa aktarma yapmanın verdiği heyecan ile başladık yürümeye. Yürüdük. Yürüdük ve sonra biraz daha yürüdük. Gerçek metro istasyonuna varana kadar sandım ki, biz böyle gideceğiz yürüyerek, sonra da öteki duraktan yukarı çıkacağız. Bu tarafa daha gelmemiş metro. Öyle olmadığını ve içeri gerçekten metro koyduklarını gördüğümde, Kadir Topbaş'ı bulup elini öpesim, kendisi hasta yatağında yatarken ona çorba içiresim, o uyumadan önce ona kitap okuyasım, yaşından dolayı saygı duyup anılarını dinleyesim geldi. Hem altın çörek, hem de metro... Biri 30 kuruş, öteki 20 kuruş. Ben daha ne isterim bir öğrenci olarak... Efendim akabinde, inmemiz gereken durağa, yer altı canavarına  ve İstanbul trafiğine hakaret edercesine bir hızda vardık. Tabi burada bitti mi yolculuğumuz? Hayır.
  Metro istasyonundan, öncekinden daha kısa olan yürüme mesafesini katederek çıktık. Yürüyen merdiven kullanmama alışkanlığım beni biraz nefes nefese bıraksa da, zamanla kafam kadar quadriceps kasına sahip olacağımı planladığım için çok kafama takmadım. Dışarı adım attıktan (dikkat edin, "dışarı adım attıktan sonra" diyorum, "vücudumun tamamı dışarı çıktıktan sonra" değil. Dikkatsizlik yapmayın aman) 13.4 saniye sonra (saydım), binmemiz gereken otobüs geldi. Kablo bana "Lan çok şanslısın. Ben 15 dakika filan bekliyorum çoğu zaman" dedi. Genel olarak hayat düzleminde şanssız olduğum düşüncesi kendisini kortekste gösterdi. Otobüsteyken de, trafik olması gereken yerde , trafiğin olmaması tekrar Kablo'nun aynı şeyi söylemesine sebep oldu. Düşüncelerim ile Kablo'nun söylediklerinin arasındaki uyumsuzluk, düşüncelerimin galip gelmesi ile sonuçlandı ve sonuç olarak hayatımda büyük bir değişiklik olmadı. Talih gerektiren durumlarda, zihnimin metrobüste deldiği tavandan, dünyanın en derin madenine inecek kadar keskin bir eğri ile aşağı doğru giden grafik çizdiğini biliyorum nedense. Ya da taraflı ve şartlanmış bakış açısı? Şartlanmış bakış açısı senin ebendir terbiyesiz.
 Ve nihayet, Kablo'nun (anonim olarak kullansan bile özel isim gibi ayırıyorsun. Ne saygılı adamsın sen) evine vardık. Ben ise Çekmeköy'den, fazla vakit alsa da olsa iki araçla varıyorum Çapa'ya ve o kadar yorulmuyorum. Kötünün kötüsü de varmış yani, unutmamak lazım.
-En azından sen dışarı çıkabiliyorsun. Benim gibi tüm gün inin cinin top oynadığı bir yerde sıkışmış değilsin.
-E ama Enes'im, işlere olumlu yönden bakmayı bilmen lazım. Adapte olman lazım. Madem in cin top oynuyor... Hmmm...
-Eeee?
-O zaman halı saha açacaksın kardeşim. İlk oyun yarı fiyatına olsun hatta. Kirayalacaksın ine cine, bak o zaman nasıl para kazanıyorsun. Topları da kendileri getirsinler hatta, zaten varmış ellerinde.
-Dur ben çalışmalara başlayayım. Hemen gidip vesikalık çektirip ikametgah çıkarttırayım da, kesin lazım olur evrak işlerinde. 

14 Mart 2012 Çarşamba

Onceki yazidan sonra konu olarak hafifleyecek simdi yazdigim. Gecen gun tramvaydayken burnuma hic hos olmayan "gaz seklinde bagirsak urunu" olarak kibarca tarif edebilecegim kokular geldi. Sonra da azicik onumde duran adam yerini degistirdi. İki ihtimal belirdi tabi ki zihnimde :
1. Bizim eleman kokudan rahatsiz oldu ve uzaklasti. Oturdugu yerde, Migfer Dibi'nde UrukHai'lere karsi direnen Aragorn gibi, kokuya direnen benim gibi insanlar ise, bu kokuyu sinelerine cektiler ve burundaki reseptorlerin bir an once kokuya alismasi ve ona karsi duyarsizlasmasi icin inandiklari yuce varliklara dualar etti. Ben Allah'a cok yalvardim mesela. Sonra gecti koku. Ama unutulmayacak bir sekilde zihnimin engin derinliklerinde bir kac noronumda kayit altina alindi bu gul kokusu. Yeni ufuklar acildi resmen gozumde.
2. Ayrica da benim en cok ihtimal verdigim secenek, bizim eleman "gaz seklindeki bagirsak urunu"nu bizim kompartimanin havasina zerk ettikten sonra, baska kompartimanlardaki insanlarin ufkunu acmak icin hareketlendi. Kendisini takip etmedim gozumle, bilmiyorum hangi durakta indigini.
Bu da boyle bir ani iste. Cok muhim tabi.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Eğer eve giden dolmuşa binersem 5 lira vereceğim ve 30 dakikada evde olacağım.
Eğer otobüse binersem 85 kuruş vereceğim (eğer aktarma ise 35 kuruş!) ve de 1.5 saatte evde oluyorum.
Gördünüz mü? Ben bir zaman fahişesiyim! 1 saatimi satıyorum resmen 4 liraya. Cebimde duruyor , çıkmıyor para. Ama şu var, hizmeti veren benim, ama alan kim?

Otobüste Mutsuzluk Rehberi

  Bugün bahsedeceğim konu, kişiliğimin ta içlerine işleyen ama ne yazık ki bunun yankılarını derste göremediğim mükemmelliyetçiliğin , otobüs yolculuklarımı nasıl mahvedeceğini göstermek. Daha doğrusu mahvettiğini göstermek. Seviyorum aslında otobüs yolculuklarını (huyun kurusun -_-), açıp kitap okumak , müzik dinleyip kendini farklı bir yerde hayal etmek falan, hoş işler bunlar. Mesela şunu düşünürüm arada, oyunlarda ya da filmlerde, kapalı bir ulaşım aracında askerler savaşa giderler. Dışarda patlama sesleri falan. Sallanır araç. İstanbul'da da yollar sağolsun yeterince izin veriyor sallanmamıza. Ama yanımdaki Ayşe Teyzeye baktığımda elinde pazar poşetleri hayalimin içine ediyor (aynaya bakmayı denesen ilk, hayatının içine edilecek aslında. Onu da dene bak, çok iyi olacak.). Neyse.*
   Bugün bahsetmek istediğim şey şudur : Otobüste oturulacak yer (OOY). Bakın, çok komik olabilir konu, ama ilk durakta binip son durakta inecek olan biriyseniz bu seçim çok dikkatli yapılmalıdır. En ufak hata, en ufak dikkatsizlik yolculuğunuzun büyük kısmını eziyete çevirir. İkiye ayırıyorum bu konudaki kıstasları.
  1-) Seçimimize Bağlı Olanlar
  2-) Müdahale edemediklerimiz.
1'den başlayayım yazmaya.

     1-) Seçimimize Bağlı Olanlar 
  Öncelikle hangi tarafta oturacağımız önemlidir arkadaş. Sağ mı , sol mu? Günün saatine ve yolculuk edilen yöne göre öyle bir yer seçilmelidir ki, yolculuk boyunca -özellikle de yaz mevsiminde- güneş, sizi otobüs içinde kızarmış hindiye çevirmesin. Özellikle benim gibi burnunuz büyükse yandınız demektir, o burun o kadar çok ısı depoluyor ki içinde, İstanbul'un 1 günlük elektriğini çıkartabileceğimi düşünüyorum bazen. Hayır, sümük olarak değil. Ve de hayır, bedava da değil. Burnum elektrik üretecek de size bedavaya vereceğim , oldu canım.
  Sağı solu seçtikten sonra en mühim meselelerden biri : kaloriferin yakınına oturmak. "Oh sıcak ne ala, Karışmasınlar bana" şeklinde kafiyeli sözlerle kendinizi ilk başta avutsanız da, bir yerden sonra bacağınızda hissettiğiniz sıcaklık, dimağınıza vuruyor ve pantolonları çıkartıp "Oh esiyor ne ala, Karışmasınlar bana" şeklindeki kafiyeli sözleri söyleyecek fırsatınız olmuyor. Ha, otobüste çok rahat pantolon çıkartırım, çok cesurum diyeniniz varsa tebrik ederim ve oturup hayatını biraz olsun sorgulamasını isterim. Şu gibi sorular faydalı olacaktır : "Ben neden yaşıyorum?" ya da "Ben kimim?" ya da "Bu pantolon gerçekten var mı?".
   Bu ikisine ne kadar dikkat edersek edelim, uzun otobüs yolculuklarında her zaman baş belası olan bir mefhumumuz var : Ayakların uyuşması , şişmesi. Gün gelir de, otobüs 5 dakikalık egzersizler için yer açılana kadar bu konuda yapabileceğimiz pek bir şey yok sanırım. Eğer ayakları kalbe daha yakın bir pozisyonda konumlandırsak bile, bu sefer de popo kısmına ekstra ağırlık yükü bindiği için, nasıl desem, acıyor efendim.
   Bir de ufak ayrıntı : Oturmadan önce, yolculuk esnasında çıkartılabilecek paltodur (pantolondur?) bilmemnedir önceden çıkartılsa daha iyi olur. Yoksa yanınızda biri varken Medrano Sirkinden fırlamışcasına hareketler yaparak çıkarmak zorunda kalıyor insan. Eminim bu konuda yetkili biri görseydi beni paltomu çıkartırken, şu an çok farklı yerlerdeydim. Hayat işte, ne yaparsın.

   2-) Seçimimize Bağlı Olmayanlar
  İşin en kötü yanına geldik efendim. Nereye oturursanız oturun, buradaki faktörler önceki kısımdakine göre daha baskın oluyorlar. Nereden başlasam bilmiyorum ki (Çok mu zor lan ? Sanki makale yazıyor. Pırt.). Bana bak osuruk sesleriyle bölme yazımı, senin sümüğ... burnundan elektrik üretirim.
  İlk olarak , yanınıza oturacak kişinin cinsiyeti önemli. Kadın ya da erkek (İnsan türünü mükemmel şekilde sınıflayarak cinsiyetler yazarak, MeneS, işimizi önemli derecede kolaylaştırdı! Ah bu bilim adamları yok mu, hep halka yardım ederler.). Ufak bir genelleme yapmak zorundayım, kadınlar daha derli toplu oturuyorlar çünkü yanındaki her kimse onun bacaklarına, bacaklarını değdirmek sanırım hoşuna gitmiyor (Hoşuna gidiyorsa eğer galiba ona kaşar diyoruz?). Ayaklarını kapayıp, bacaklarını birbirine yaslayıp, kendi kenarlarına çekiliyorlar çoğunlukla. Dolayısı ile benim gibi "Az temas çok mutluluk (ATÇM) (kısaltma yapacağım diye kasmış...)" gibi bir mottoyu belirleyen insanlar için yolculuk bir mutluluk deryasına dönüyor , kana kana içmek sarhoşu olmak istiyorsunuz. Tamam tamam, abarttım. Eğer bir erkek oturursa işte o zaman başlıyor curcuna, (afedersiniz) sanki iki bacağının ortasında tır varmış gibi açıyor şöyle bir 75 derece. Hayvan oğlu hayvan, napıyorsun sen? Toplu Ulaşım Gizli Gay'leri diyorum ben bunlara. Bacaklarını sizin bacaklarınıza sürtmek veya değdirmek sureti ile günlük cinsel ilişki ihtiyaçlarını karşılıyorlar. ühühüh, kullanılmak =(. Böyle bir dingil oturursa eğer yanıma çoğunlukla "Biraz derli toplu oturur musunuz acaba?" tarzında yumuşak bir çıkış yapıyorum mesela. Bazıları tip tip baksa da ,çoğu daha derli toplu oturuyor şimdi, haklarını yemiyeyim. Bir tanesi yüzüme tip tip bakmıştı "Daha nasıl oturayım?" demişti. Pratik zekam sayesinde 3 gün sonra aklıma cevap gelmişti benim "İnsan gibi otur, hayvan gibi değil". Aklımda senaryo kurup o adama defalarca söyledim bu cümleyi , söylemiş kadar oldum. Neyse, konudan saptık. Yani erkek veya kadın, kibar veya kaba olması önemli. Genellemelerin istisnasının olduğunu unutmayalım öncelikle.
  Sonraki : Nasıl kokuyor yanımıza oturan? Kesif kesif ter mi, yoksa parfüm mü? Ağır işten dönüp de ter kokanlara gerçekten lafım yok. Eğer insanın yapabileceği bir şey yoksa , benim de boşu boşuna hakaret etmem sadece bencillik olur. Ama gün ortasında, -muhtemelen- işi gücü olmayan bir genç binip de, tarifi imkansız kokuları bana tattırınca morali bozuluyor gün ortasında. Güneş bile mutluluk vermiyor, kendimi bir Broadway altında, arabanın üstünde filler tepinirken hayal ediyorum. Niye üzüyorsunuz beni bu kadar lan...
  Sonraki : Kilosu. Burda kişiye hakaret veya kişiden yakınma yok, herkes eşit derecede araçları kullanma hakkına sahip, hiç bir lafım yok. Sadece yanınıza biraz kilolu biri oturduğunda , biraz sıkışıyor insan. Ama ey insanlar, size kızamam nasıl kızayım!
  Bir de şu var, 3 - 4 kilo domatesle veya herhangi bir mühimmat ile otobüse binenler var. Buradaki sorun sıkışmak değil. Teyzenin veya amcanın adına ben geriliyorum lan. "Amca acaba nasıl çıkacak bu kalabalıkta?" , "Hangi yolu izlese daha mantıklı olur?", "Tüm malzemeleri çıkarabilecek mi?", "Ya otobüs hemen duraktan ayrılırsa o ayrılamadan?! Eyvahlar olsun , yetişin!" tarzında.
  Ooouvv geldik en bomba kısma : Dışarı canlı yayın yapan kulaklıklar. Bunlarda başı anlata anlata bitiremediğim Apple'in verdiği kulaklıklar çekiyor. Muhtemelen kulak dışında her yana ses veriyor. Neyse, konu kulaklıklar değil zaten , kulaklık sahipleri. Lan hergele, otobüsün en önündesin ben ortasındayım. Senin ne dinlediğini duyuyorum. Bir de gelip yanıma oturuyosun. Tek duyduğum "cıp tıp çıp tıs cıp tıs çıp çıp tıs" tınıları. Zaten radyo dinliyorsan , bir sonraki şarkı yine aynı ritmi içerecektir. Efendim böyle adamlar / kadınlar / kızlar / oğlanlar / ayşeler / mustafalar hemen uyarılmalıdır , yoksa yolcuğulunuz süregelen bir kulak tacizi şeklinde devam eder. Peki ne yapıyoruz? Olağanca kibarlığımızla , "Müziğin sesini biraz kısabilir misiniz acaba?" diyoruz. Eğer uyuz biri değilse kısıyor efendim. Ama söylediğiniz cümle dayanılamayan , tahrik edici bir ton içermeli. Onların hasletinin önüne geçebilmeniz lazım. Tabi ki , tabi ki , burada ihmal edilmemesi gereken bir nokta ve farklı yaklaşım içeren arkadaşlarımız var. Etrafa sert bakışlar atarken kulağındaki metal müzikle sadece içinden gaza gelen gençlerimiz , ergenlerimiz. "Ouv yea madafaka, çok karizmatiğim hepinizi yakarım! Dinlediğim müzik beni karizmatik yapıyor şit ye!" tarzında düşüncelere boğulmuş olabilir. Durumu iyi gözetip, ona göre bir yaklaşım sergilemek en mantıklısı. Zaten biraz sakal, biraz bıyık varsa itiraz edemiyorlar. Bir de söylenen cümle, kibarlığın içinde gizli bir güç içermeli.
  (Oğlum o kadar yazmışsın da, bana yazacak bir açık vermemişsin lan! Ben de buraya kendi paragrafımı koyarım al sana!)


  Evet , gördüğünüz üzere bir otobüs yolcuğunda mutsuz olmak için bir çok sebebim var benim. En ufak pürüzde yakınıyorum. Allah kimseyi boş bırakmasın, insanlar da bunları kafalarını takar böyle işte. Ama siz yine de bunları gözetin, eğer tüm şartlar yerli yerinde olursa demeyin keyfinize... Ouuv, sanki Olympus dağında gezintiye çıkarsınız (oysa ki Alemdağ Caddesi'ndesindir ehehe). Haydi kalın sağlıcakla.

  (Eğer Zeus bu yazıyı okursan, Olympus'u görmek isterim haberin olsun. İstanbul'dan otobüs kaldırırsan oralara bana da haber ver. Hadi bakalım sen de kal sağlıcakla.)
   * Çok fazla "Neyse" kullanıyorum. Yazı yazmayı bilmemezliğime verin azizler.