Tıp fakültesi biteli yaklaşık 3 ay, TUS'a gireli 7 gün oldu ( Bu yazıyı yayınladığm zaman daha da geç). "6 sene de oku oku bitmez ahanzi ahanzi" cümleleri, tozlu sayfalarda artropod oldu kaldı. Bu cümlenin hayatımda geride kaldığını farketmediğim gibi, kendimdeki değişimi de farkedemiyorum geçmişle kıyas yapmadan. İnsan dünle bugün arasında fark bulamaz belki ama, 6 yıl öncesine baktığında bir şeyler bulur herhalde. Ben de buldum bir şeyler.
1.sınıf : Üniversiteye yeni başlayan -ve şartlar dahilinde iyi bir okulda okuyan- bir gencin gururunu taşıdığımı görüyorum şimdi, az da olsa. "Kibir" derecesine çıktı mı bilmiyorum hiç, ama okulumu ve onunla ilgili her şeyi bir öğrencinin seveceği kadar seviyorumdur herhalde. Annemle babamın da aynı okulda okumasından mütevellit, nasıl bir yere gideceğimi aşağı yukarı bildiğimden, beklentim yüksek olmadı hiçbir zaman. 400-500 kişilik 14 Mart Amfimize sabah en erken girenlerden oldum çoğu zaman, çünkü eğer geç kalırsam metrobüste sıkışmak zorunda kalıyordum. Kendimi amfi sorumlusu gibi hissediyordum çoğu zaman ehe. Elimde var fotoğraflar, sabah kimse yokken çektiğim. Amfi sıraları aç bir şekilde öğrencileri beklerken... Şimdi bakınca içini farklı günlerdeki farklı anılarla dolduruyorum. Her boş sıraya başka birini oturtup, başka bir anıyı canlandırabiliyorum. İstesem bu iş için çekemezdim o resimleri.
Tabi yeni insanlar tanıma meselesi var. Tek tipte insan içeren bir liseden geldiğimden ve bunun sosyal açıdan aslında sıkıntılı olduğunu düşündüğümden dolayı, "çeşitlilik"in "zenginlik" olduğuna kanaat getirmiştim. Tanınan her insanın kişiye kattığı iyi / kötü bir şeyler oluyordu sonuçta, ben de bu çerçevede aktif olarak insanlarla tanışmaya gayret ettim. Umarım başarılı olmuşumdur.
"Kendime ne kattım?" sorusunun cevabı çok net değil açıkçası. Python programlama dili konusunda, bir amatörü mutlu edecek kadar ilerledim. Yoldaki herhangi bir amatöre gidip sormayacaksınız tabi, çünkü ben öğrendiğim seviye ile gayet mutluydum. Kendi ufak shoot-em up'ımı yaptığımda dünyalar benim olmuştu. Pozitif bir şeyler ortaya çıkarmanın (çünkü şimdi görüyorum ki tıp negatif olanı engellemeye yönelik bir alan) keyfini zaten resim çizdiğimden dolayı biliyordum, ama başka bir dalda da keyfi bambaşkaymış. Her satır kod, her harf, her hata bana aitti. Çok, çok farklı bir his. Şunu da belirtmeliyim ki problem çözme yetisini çok iyi geliştiriyor.
2.sınıf: Tıp okuyanlar bilir, "en zor sene 2.senedir" denilir. Sonraki yıllara kıyasla diyebilirim ki bu sözü 2.sınıfta kalıp da tıp fakültesinde daha ileriye gidememiş birisi söylemiş. Net. Yine de anatomi pratik sınavı öncesinde aortumun pulsasyonunu hissedişim, sınav öncesi kantin önündeki masalarda saatler süren "son" çalışmaları unutmayacağım.
Bu sene kitap okumaya ağırlık vermeye başladığım sene. Çok yoğun bir şekilde olmasa bir şeyler okuyordum. Eskisine nazaran daha çok okuduğum için de daha çok şey öğrenmeye başladım doğal olarak, bunun da bana getirdiği şey şu oldu : "Herkes kitap okumalı, herkes bir şeyler öğrenmeye çabalamalı. Facebook'ta salak videolar paylaşcağımıza güzel bir düşünce sunma ve tartışma platformu oluşturmalıyız. Bunu yapmayanlar ömrünü boşa harcıyordur". Bazen, "boş" şeyler hakkında konuşan insanlara karşı içimde güçlü bir nefret oluyordu. Sanki kendim oturup çok mühim şeyler hakkında konuşuyordum da... Geçmişte bir yerlerde bu sitede paylaştığım bir yayın vardı, yaklaşık olarak şöyle bir şeydi "Otobüste önümdeki 3 erkek, yol boyunca kız, araba ve futboldan başka bir şey konuşmadı. Bunları yakıp oksijen yapsak Dünyaya katkıları daha fazla olur herhalde". Şimdi düşünüyorum da, asıl başka insanları bu kadar küçümseyen bir beyni yaksan Dünya'ya katkısı daha fazla olurdu. Kendime bakıp da "ne kadar da yanlış düşünmüşüm" dediğim zamanlardan birisidir. Kim bilir 10 yıl sonra şimdi doğru kabul ettiğim neleri yanlış olarak kabul edeceğim... Bir söz vardı, "20'sinde komunist olmayaynın kalbi, 40'ında kapitalist olmayanın aklı yoktur" diye. Sanırım bu değişimle alakalı. Orijinali daha farklıydı ama, "kapitalist" kısmı işin içine "değişim"i de katıyor.
Bir de şunu farkettim kendimde, ciddi birisi olamıyordum kolayca. Çoğu zaman cıvık, belki neşeliydim. Şimdi de öyleyim, Bayramda uzun saçlarımı iki yandan bağlattırıp küçük tatlı kızlar kadar poz verecek kadar rahatım. Belki sonraki 10 sene içinde gerçekleşir daha ciddi birisi olma durumu =P
3.sınıf: Yıllardan beri oturduğumuz Altunizade'den taşındığımızdan dolayı çok da iyi başlamadım açıkçası bu sene. Ama dostlarla bir eve çıkmanın (sonu kan ve gözyaşı ile bitecekti lakin) verdiği mutluluk da vardı bir yandan. Yine de anne-babamın üzülmesine dayanamadığım için, haftasonları sık sık uğruyordum bizimkilerin yanına.
Çekmeköy'e taşınmıştık, evim olarak çok da benimsemediğim bir yerdi. Çapa'daki evi de dostlarımdan ötürü çok seviyordum ama o kadar, orayı da çok sevdiğim söylenemezdi. Dolayısı ile hiçbir yerde tam olarak rahat edemiyordum. Neyin battığını da bilmiyorum açıkçası...
3.sınıfta kliniğe adımın ilk atıldığı sınıftır. Bir ayak hala Temel Bilimler'de olsa da, Kliniğin tatlı göz kırpışları öğrencinin dikkatini çeker. Tatlı kız göz kırpışlarının, sınav dönemi yaklaştıkça korkunç bir kandırmaca olduğuna dair kalbımı basabilirim şimdi. Ama bu kalıp, bir tıp öğrencisine en fazla sabun kalıbı olarak fayda sağlar. Başka da bir işe yaramaz.
Kendime ne kattım peki? Org çalmayı öğrenmeye başladım- başladık, Arda ile. Hiçbir zaman saniyede 15 tuşa basan bir piyanist kadar olamayacağımın farkında olarak, kendi çapımda ufak ilerlemelerle oldukça mutlu oldum. Arda'nın biraz temel eğitimi olduğu için onun çok daha güzel çaldığını söylemeliyim.
Bu sene kendimde dikkatimi çeken şeylerden birinin de sosyal olarak geri çekilme olduğunu görüyorum. İnsanlarla iletişimim ciddi şekilde aksıyordu, dışarı çıkmak, çalan telefona bakmak, sinemaya gitmek gibi aktiviteler küçük bir çekirdek grup dışında bana oldukça zor geliyordu. Uzaklaştığımı hissediyordum gitgide. Bilmiyorum bunu nasıl anlatabilirim... Sanki, kimseyi sevmiyormuşum gibi, çok acayipti. Oysa ki sorsalar "şunun için ölür müsün?" "ölürüm tabiy" derdim. Şimdi geriye bakınca saçma geliyor, kabul ediyorum. Ama öyle işte. Hatta öyle ki, iki evimde de kendimi huzursuz hissediyordum (yukarıda da belirttim). Evim yokmuş gibi. Ne Çapa'da rahattım, ne de Çekmeköy'de.
Evimiz, arkadaşlarımız için bir toplanma yeri olmuştu. Çoğu zaman çat kapı gelen arkadaşlarla oturup geyik muhabbetleri, kalmalar falan... Kıymetini bilememişim gibi geliyor şimdi geriye dönüp bakınca. Nolurdu Cuma günü olunca koşa koşa Çekmeköy'e gitmeseydim. Abdullah ve Arda ile daha çok kahvaltı etseydim. Sanki kaçıyormuş gibi gidiyordum her Cuma.
Yaz yaklaştıkça Çekmeköy'deki sitemiz sosyal imkanlarından dolayı daha güzel bir yer haline geldiğinden dolayı, Çapa'daki evden çıkma kararını alıyorum. Bir kaç hafta sonra vazgeçiyorum. Çünkü bir daha Abdullah ve Arda gibi ev arkadaşları bulamayacağımı adım gibi biliyordum. Ne bir anlaşmazlığımız oldu, ne bir kavgamız. Sanırım herkes birbirinin negatif yanını tolere edebiliyordu. Ben oyun oynarken çok bağırırdım mesela, kim bilir kaç kere Apo'nun uykusunu kaçırdım. Gerçi, ben onların kötü yanını hatırlamıyorum hiç. Ya da geçmişe nostalji gözlükleri ile bakıyorum, kim bilir...
4.sınıf: Hayatımın en güzel, aynı zamanda en kötü yılı. Benim için her şeyin değiştiği sene...
3.sınıfta yaşadığım sorunlar yüzünden kız arkadaşımdan ayrıldım ve kafamda ciddi bi' rahatlama oldu. O zaman anladım ki, ben çok da ikili ilişkiler için uygun bir adam değilim. Dışarı gidip kafede orada burada takılmak, bir ilişki için çabalamak, emek harcamak, kovalamak, en basidinden süregelen iki bir iletişim çok da bana göre şeyler değil. Oturup kitap okumayı veya oyun oynamayı buna tercih edebiliyorum, çok da doğru olmadığını kabul ediyorum tabi ki. Bana bu konuda eşlik edecek olan kız-erkek herhangi birisinin başımın üstünde yeri vardı her zaman tabi.
Eğitim süreci Kadın Doğum ile başladı. Branşı sevmesem de, okulun kitabını 3 kere okudum, zevkle. Neden? Ben deli miyim? Evet. Ama kitabı 3 kere okumamın sebebi bu değildi. Gülhane Parkı'nda yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesinin karşı konulamaz cazibesiydi bana bunu yaptıran. Gülhane Parkı'nı gören pencerenin önünde, açıp da kitap okumanın keyfi ve huzurunu şimdi bile hissedebiliyorum. En alt kattaki klasik piyano ile de çıkmadan önce, öğrendiğim parçalardan birini çalardım... Hatta en çok öğrenmek istediğim parçayı bile öğrenmiştim. Dragon Graveyard - Trine OST. Parçayı her çaldığımda içimdeki bütün stres buharlaşıp giderdi. Sonrasında da Gülhane'den Çapa'ya kadar yürürdüm. Güzel günler... O kadar çok çalmışım ki hatta bu öğrendiğim parçayı, org çalmaya 1 yıl ara verdikten sonra bile, aletin başına oturduğumda çalabiliyor olduğumu farketmiştim sonradan. Yıl ortasında bana yerleşecek olan kötü anılar gibi, bu parça da bende kalıcı bir yer edinmişti.
Eski ve birçoğuna anlam veremediğim psikolojik sıkıntılarım ortadan kalktığı için, entellektüel yanım şaha kalkmıştı. Elime geçen kitapları bir canavar gibi tüketip hemen bir sonrakine geçiyordum. Bir yandan da elimden geldiğince bir şeyler çiziyordum. Mutluydum. Girdiğim her stajın kitabını alıp yalayıp yutuyor, bir şeyler öğrenme peşinde koşturup duruyordum. Grubumdaki insanlar ile kitap alışverişi içerisinde kitap, sözcük dağarcığımı daha da genişletmiştim. Çok mutluydum. Kimsenin dinlemediği halk sağlığı derslerini çoğunu dinliyordum, çünkü neden olmasındı. Ben çok mutluydum, ama Arda mutsuzdu. Ya göremedim, ya dikkat etmedim, ya da kendimle haddinden fazla ilgilendim, yanında olamadım. Bir gün masada oturup geçmişe yönelik dertlerimizi birbirimize açarken ve ayrıldığım kız arkadaşımdan bahsederken, onu mutlu etmeye çabalayıp nasıl beceremediğimi anlatırken, gözyaşları içerisinde demiştim ki ona "En kötüsü de ne biliyor musun Arda? İnsanın kendisine yenilmesi". Duygusal manada ilk ve son sarılışımdı ona. O haliyle beni avutuyordu...
Cerrahi stajının bitmesinden bir kaç hafta sonra -ailemin yanında kaldığım bir haftalık süreçte- bir sabah, Abdullah'dan aldığım bir telefonla hayatım değişti, birilerinin hayatı da o telefondan önce solup gitmişti. Tramvayla okula varmama 1 durak kala indim ve karakola doğru koşar adım yürüdüm. Kalbimin nasıl attığını çok iyi hatırlıyorum, hırsız girdi de bizimkilerden birine zarar mı verdi diye endişe içerisinde olduğumu... ve kafamın içinden geçen yüzlerce ihtimal... Ayaklarım mı karakola gitmek için daha hızlı çalışıyor , yoksa kafamın içinden geçen düşünceler mi daha hızlı akıyor söyleyemiyorum bugün bile. Abdullah'ı içerde çökkün bir suratla bana doğru bakarken bulduğumda, lafı gevelemeden "Abi, Arda intihar etti" diyor. Kafamın içinde çakan tek bir şimşek, geri kalan bütün her şeyi susturuyor. Arda'nın üzerine çekilen bir çarpı, damgayla vurulan "öldü" ibaresi. Geri kalan ömrüm boyunca bir daha asla onu göremeyecek olmanın verdiği ani şaşkınlık ve kendini öldürmeyi istemesi kadar mutsuz oluşu... Dostunuzun, mutsuzluktan ölmesi... İnsanların dünyası nasıl bir anda ters yüz olurmuş, o zaman öğrendim. Ağzımdan tek çıkan söz "Arda sen naptın ya..." oldu sanırım. Arda'nın kulağına ulaşmadı hiçbir zaman bu söylediğim, tıpkı o olaydan sonraki hiçbir gözyaşı ve üzüntünün ulaşmadığı gibi. Önceki gün öğle arası eve uğradığımda, çıkmadan önce omzunu sıvazlamıştım "Görüşürüz" diyip de. Şimdi ise o koltukta kanlar içinde oturduğunu öğreniyordum...
Eve gittiğimizde Abdullah görmemi istemedi dostumuzun naaşını. Ev kapısını açarken ellerimin titrediğini görüp, daha da travmatize olmamı istemedi herhalde. Şimdi diyorum ki keşke görseymişim... O seneye ait pek çok "keşke"nin başlangıcı da bu şekilde geliyor işte. Geriye bakıp birleştirilen bütün noktalar tek bir gidişatı gösteriyor. Mutsuzluğun veya çaresizliğin, hazin sonunu... Hepsinin yanına, altına, sağına soluna kocaman "KEŞKE"ler yerleştirebiliyorum. Her birisi ayrı yönde dallanıyor ve belki bu dalların bir çoğunun yaprağı hayat dolu. Bu işi cimri bir şekilde yapsam bile, kalbimin ortasına hala kocaman bir yara kalıyor. Bazen kanayan, bazen varlığını unutturan... Ama tıpkı gerçek bir yara gibi, üzerinde az da olsa oynadığınızda hemencecik çözülüveriyor kabuğu. Aklıma annesi, babası, kardeşi geliyor, şimdi bile... Arada onları ziyarete gittiğimizde yüzlerine bakmakta zorlanıyorum...
Arda'yı defnettiğimiz gün, biliyorum ki ben de kendimden bir şeyler gömdüm o toprağa. Bir daha geri alamayacağım. Hayatımın geri kalanı da bu şekilde başlamış oluyordu işte. Neşeli yanım belki her zaman kaldı, ama mutlu olmadan yaşamayı öğrenmeye bu şekilde başladım.
Arkadaşımızın yasını tutamamışken, dönemin en zor stajını ağırlığını bindiriyor üstümüze. Hatta öyle güzel bir şekilde yapıyor ki bunu, cenazenin olduğu günkü dersi, hocamız tekrar etmiyor. Ev sahibimiz yaptığı hareketler "nasıl ahlaksız bir insan olunur" konusunda iyi dersler veriyor bize. O adamdan sorulacak hesabım var, öteki dünyada. Hakkım varsa eğer, helal etmiyorum.
Ev işi hallolduktan ve arkadaşımızla olan somut bağlarımızı koparıp, soyutların üzerini örttükten sonra derslere abanmak durumunda kalıyorum haliyle. Dahiliye, Kardiyoloji, Farmakoloji, yazılı, sözlüydü derken 4.sınıfın sonunu getiriyorum. Farmakoloji sınavı için kütüphanede sabahlayarak güzel bir final yapıyorum kendimce.
Yaz döneminde eve dönüp zihnimi uyuşturmak için alkol alırmış gibi bilgisayar başında vakit geçiriyorum. Uykular bana daha huzur verici geliyor, çünkü uyurken bilinç yok. Bilinç yokken, acı da yok. Bol bol da gözyaşı ve pişmanlıkla bezeli bunların hepsi... Ablam da bu yaz mevsiminde evleniyor. "Onun en mutlu günlerinde, bu mutluluğa ne kadar ortak olamazdım" sorusunu, kendimce çok güzel cevaplıyorum. Çünkü dünyaya dair herhangi bir şey, ilgimi çek(e)miyor.
5.sınıf : Yeni eve çıkma ihtiyacı doğdu bu sene -haliyle-. Kardeşimle aynı eve çıktık bu sefer, o da karşıda bir üniversitede okumaya başladı. Ev bulma sürecinde hiç yardım edemedim babama. Bırak ev bakmayı, bakkala bile gidecek enerjiyi kendimde bulamıyordum zaten. Depresyonun derin çukurlarında çırpınıp duruyordum.
İlk stajımız Nöroloji / Nöroşirurji ile başlamıştı ve her "taze" tıp fakültesi öğrencisi gibi senenin ilk stajına katılım yüksek orandaydı. İlk gününü hatırlıyorum okulun. Hani okula gelirsiniz, herkese selam çakarsınız, "tatil nasıldı" şeklinde hal hatır soruları sorarsınız ama asıl muhabbeti yapacağınız kişi farklıdır ya, en yakın arkadaşınızdır o. Okulun ilk günü, çevremdeki herkes "en yakın"ı ile laflarken, konuşmadığımı farkettim. Susuyordum. Çünkü yanımda o "en yakın" yoktu. Okulun ilk haftası nasıl geçti hatırlamıyorum, ama Çekmeköy'e bir hışım gelip hüngür hüngür ağladığımı biliyorum. Çünkü o grupta benim "en yakınım" yoktu. Yastıkların ne kadar gözyaşı emebildiğini görseniz, şaşırırsınız.
Duygusal manada ne kadar tatsızsa, tıp eğitimi açısından da o kadar verimli bir seneydi açıkçası. Tıp eğitiminde "Küçük Stajlar" denilen, KBB, Üroloji, Nöroloji, Göğüs Hastalıkları vb. stajlarda, çok geniş yelpazede teorik ve pratik bilgi ediniyor insan. Yine olabildiğince pratiklere katıldım, öğrenci konumda sadece bir kez bulunacağım bilinci ile elimden gelen gayreti gösterdim bir şeyler öğrenmek için. Ayrıca bu sene, içinde bulunduğum çökkün duygudurumdan dostlarım sayesinde biraz olsun sıyrılabildim. En azından her gece yatarken uyanmamayı daha az ister oldum. Her sabah kalkınca da aklımda, zihnimde koca bir karanlık olarak yer tutan "ölüm"ü daha az düşünür oldum. Arda'nın mücadelesini çok iyi anlayabiliyordum artık. Çünkü bir kere akla girdim mi, "ölüm"ü düşünmeden yaşamak çok zor.
Entelektüel ve kişisel gelişimim bu sene biraz da TUS çalışmaya başlamanın etkisiyle ne yazık ki oldukça yavaşladı. Arada okuduğum iki üç kitap, çalmayı öğrendiğim küçük parçalar ve küçük çiziktirmeler dışında kendime bir katkım olmadı. Yine de, hayata daha olumlu yönden bakma yönünde sarf edilen gayret de olumlu bir katkı sayılabilir.
6.sınıf : Şimdi hiç kusura bakmayın da, Intern'luk anlatılmaz, yaşanır. Sekreterlik, personellik, amelelelik, ofisboyluk... Hastane sisteminde akla gelebilecek her boşluk, intern ile doldurulur okulda. Ben size öyle diyeyim, siz anlayın artık.
5.sınıfta yavaş yavaş bana yerleşen ve 6.sınıfta daha da belirginleşen bir özelliğim de, "derdi kafasına takmaz" tiplerden birine dönüşüm. Gereksiz ufak şeylere takarım hala, her insanda vardır o özellikler ya da sözlü sınavlarında çok heyecanlanırım. Onlar ayrı. Ama insanların genel olarak gergin olduğu veya kafasına taktığı bazı şeyleri "anlamaz" hale geldim resmen. Intern'lükte yüklenen angarya işler hakkına söylenmez oldum (Intern'lük hakkında yaptığım en güzel "söylenme" eylemi, bugün Ağrı Ambulans Komuta Merkezi'nde diğer yeni mezun arkadaşlarla yaptığımdı. Onun dışında bu blog dışında söylenmedim herhalde), zor gelen poliklinik için söylenmez oldum. Çünkü öğrendim ki, hayatta biraz olsun mutlu olmanın yolu, beklentiyi düşük tutup, en kötüsü için hazırlıklı olmaktan ve elindekinin kıymetini bilmekten geçiyor. O zaman İTF Hematoloji Poliklinik bile zevk alınarak yapılabilen bir yer oluyor.
Blog'a devam...
1.sınıf : Üniversiteye yeni başlayan -ve şartlar dahilinde iyi bir okulda okuyan- bir gencin gururunu taşıdığımı görüyorum şimdi, az da olsa. "Kibir" derecesine çıktı mı bilmiyorum hiç, ama okulumu ve onunla ilgili her şeyi bir öğrencinin seveceği kadar seviyorumdur herhalde. Annemle babamın da aynı okulda okumasından mütevellit, nasıl bir yere gideceğimi aşağı yukarı bildiğimden, beklentim yüksek olmadı hiçbir zaman. 400-500 kişilik 14 Mart Amfimize sabah en erken girenlerden oldum çoğu zaman, çünkü eğer geç kalırsam metrobüste sıkışmak zorunda kalıyordum. Kendimi amfi sorumlusu gibi hissediyordum çoğu zaman ehe. Elimde var fotoğraflar, sabah kimse yokken çektiğim. Amfi sıraları aç bir şekilde öğrencileri beklerken... Şimdi bakınca içini farklı günlerdeki farklı anılarla dolduruyorum. Her boş sıraya başka birini oturtup, başka bir anıyı canlandırabiliyorum. İstesem bu iş için çekemezdim o resimleri.
Tabi yeni insanlar tanıma meselesi var. Tek tipte insan içeren bir liseden geldiğimden ve bunun sosyal açıdan aslında sıkıntılı olduğunu düşündüğümden dolayı, "çeşitlilik"in "zenginlik" olduğuna kanaat getirmiştim. Tanınan her insanın kişiye kattığı iyi / kötü bir şeyler oluyordu sonuçta, ben de bu çerçevede aktif olarak insanlarla tanışmaya gayret ettim. Umarım başarılı olmuşumdur.
"Kendime ne kattım?" sorusunun cevabı çok net değil açıkçası. Python programlama dili konusunda, bir amatörü mutlu edecek kadar ilerledim. Yoldaki herhangi bir amatöre gidip sormayacaksınız tabi, çünkü ben öğrendiğim seviye ile gayet mutluydum. Kendi ufak shoot-em up'ımı yaptığımda dünyalar benim olmuştu. Pozitif bir şeyler ortaya çıkarmanın (çünkü şimdi görüyorum ki tıp negatif olanı engellemeye yönelik bir alan) keyfini zaten resim çizdiğimden dolayı biliyordum, ama başka bir dalda da keyfi bambaşkaymış. Her satır kod, her harf, her hata bana aitti. Çok, çok farklı bir his. Şunu da belirtmeliyim ki problem çözme yetisini çok iyi geliştiriyor.
2.sınıf: Tıp okuyanlar bilir, "en zor sene 2.senedir" denilir. Sonraki yıllara kıyasla diyebilirim ki bu sözü 2.sınıfta kalıp da tıp fakültesinde daha ileriye gidememiş birisi söylemiş. Net. Yine de anatomi pratik sınavı öncesinde aortumun pulsasyonunu hissedişim, sınav öncesi kantin önündeki masalarda saatler süren "son" çalışmaları unutmayacağım.
Bu sene kitap okumaya ağırlık vermeye başladığım sene. Çok yoğun bir şekilde olmasa bir şeyler okuyordum. Eskisine nazaran daha çok okuduğum için de daha çok şey öğrenmeye başladım doğal olarak, bunun da bana getirdiği şey şu oldu : "Herkes kitap okumalı, herkes bir şeyler öğrenmeye çabalamalı. Facebook'ta salak videolar paylaşcağımıza güzel bir düşünce sunma ve tartışma platformu oluşturmalıyız. Bunu yapmayanlar ömrünü boşa harcıyordur". Bazen, "boş" şeyler hakkında konuşan insanlara karşı içimde güçlü bir nefret oluyordu. Sanki kendim oturup çok mühim şeyler hakkında konuşuyordum da... Geçmişte bir yerlerde bu sitede paylaştığım bir yayın vardı, yaklaşık olarak şöyle bir şeydi "Otobüste önümdeki 3 erkek, yol boyunca kız, araba ve futboldan başka bir şey konuşmadı. Bunları yakıp oksijen yapsak Dünyaya katkıları daha fazla olur herhalde". Şimdi düşünüyorum da, asıl başka insanları bu kadar küçümseyen bir beyni yaksan Dünya'ya katkısı daha fazla olurdu. Kendime bakıp da "ne kadar da yanlış düşünmüşüm" dediğim zamanlardan birisidir. Kim bilir 10 yıl sonra şimdi doğru kabul ettiğim neleri yanlış olarak kabul edeceğim... Bir söz vardı, "20'sinde komunist olmayaynın kalbi, 40'ında kapitalist olmayanın aklı yoktur" diye. Sanırım bu değişimle alakalı. Orijinali daha farklıydı ama, "kapitalist" kısmı işin içine "değişim"i de katıyor.
Bir de şunu farkettim kendimde, ciddi birisi olamıyordum kolayca. Çoğu zaman cıvık, belki neşeliydim. Şimdi de öyleyim, Bayramda uzun saçlarımı iki yandan bağlattırıp küçük tatlı kızlar kadar poz verecek kadar rahatım. Belki sonraki 10 sene içinde gerçekleşir daha ciddi birisi olma durumu =P
3.sınıf: Yıllardan beri oturduğumuz Altunizade'den taşındığımızdan dolayı çok da iyi başlamadım açıkçası bu sene. Ama dostlarla bir eve çıkmanın (sonu kan ve gözyaşı ile bitecekti lakin) verdiği mutluluk da vardı bir yandan. Yine de anne-babamın üzülmesine dayanamadığım için, haftasonları sık sık uğruyordum bizimkilerin yanına.
Çekmeköy'e taşınmıştık, evim olarak çok da benimsemediğim bir yerdi. Çapa'daki evi de dostlarımdan ötürü çok seviyordum ama o kadar, orayı da çok sevdiğim söylenemezdi. Dolayısı ile hiçbir yerde tam olarak rahat edemiyordum. Neyin battığını da bilmiyorum açıkçası...
3.sınıfta kliniğe adımın ilk atıldığı sınıftır. Bir ayak hala Temel Bilimler'de olsa da, Kliniğin tatlı göz kırpışları öğrencinin dikkatini çeker. Tatlı kız göz kırpışlarının, sınav dönemi yaklaştıkça korkunç bir kandırmaca olduğuna dair kalbımı basabilirim şimdi. Ama bu kalıp, bir tıp öğrencisine en fazla sabun kalıbı olarak fayda sağlar. Başka da bir işe yaramaz.
Kendime ne kattım peki? Org çalmayı öğrenmeye başladım- başladık, Arda ile. Hiçbir zaman saniyede 15 tuşa basan bir piyanist kadar olamayacağımın farkında olarak, kendi çapımda ufak ilerlemelerle oldukça mutlu oldum. Arda'nın biraz temel eğitimi olduğu için onun çok daha güzel çaldığını söylemeliyim.
Bu sene kendimde dikkatimi çeken şeylerden birinin de sosyal olarak geri çekilme olduğunu görüyorum. İnsanlarla iletişimim ciddi şekilde aksıyordu, dışarı çıkmak, çalan telefona bakmak, sinemaya gitmek gibi aktiviteler küçük bir çekirdek grup dışında bana oldukça zor geliyordu. Uzaklaştığımı hissediyordum gitgide. Bilmiyorum bunu nasıl anlatabilirim... Sanki, kimseyi sevmiyormuşum gibi, çok acayipti. Oysa ki sorsalar "şunun için ölür müsün?" "ölürüm tabiy" derdim. Şimdi geriye bakınca saçma geliyor, kabul ediyorum. Ama öyle işte. Hatta öyle ki, iki evimde de kendimi huzursuz hissediyordum (yukarıda da belirttim). Evim yokmuş gibi. Ne Çapa'da rahattım, ne de Çekmeköy'de.
Evimiz, arkadaşlarımız için bir toplanma yeri olmuştu. Çoğu zaman çat kapı gelen arkadaşlarla oturup geyik muhabbetleri, kalmalar falan... Kıymetini bilememişim gibi geliyor şimdi geriye dönüp bakınca. Nolurdu Cuma günü olunca koşa koşa Çekmeköy'e gitmeseydim. Abdullah ve Arda ile daha çok kahvaltı etseydim. Sanki kaçıyormuş gibi gidiyordum her Cuma.
Yaz yaklaştıkça Çekmeköy'deki sitemiz sosyal imkanlarından dolayı daha güzel bir yer haline geldiğinden dolayı, Çapa'daki evden çıkma kararını alıyorum. Bir kaç hafta sonra vazgeçiyorum. Çünkü bir daha Abdullah ve Arda gibi ev arkadaşları bulamayacağımı adım gibi biliyordum. Ne bir anlaşmazlığımız oldu, ne bir kavgamız. Sanırım herkes birbirinin negatif yanını tolere edebiliyordu. Ben oyun oynarken çok bağırırdım mesela, kim bilir kaç kere Apo'nun uykusunu kaçırdım. Gerçi, ben onların kötü yanını hatırlamıyorum hiç. Ya da geçmişe nostalji gözlükleri ile bakıyorum, kim bilir...
4.sınıf: Hayatımın en güzel, aynı zamanda en kötü yılı. Benim için her şeyin değiştiği sene...
3.sınıfta yaşadığım sorunlar yüzünden kız arkadaşımdan ayrıldım ve kafamda ciddi bi' rahatlama oldu. O zaman anladım ki, ben çok da ikili ilişkiler için uygun bir adam değilim. Dışarı gidip kafede orada burada takılmak, bir ilişki için çabalamak, emek harcamak, kovalamak, en basidinden süregelen iki bir iletişim çok da bana göre şeyler değil. Oturup kitap okumayı veya oyun oynamayı buna tercih edebiliyorum, çok da doğru olmadığını kabul ediyorum tabi ki. Bana bu konuda eşlik edecek olan kız-erkek herhangi birisinin başımın üstünde yeri vardı her zaman tabi.
Eğitim süreci Kadın Doğum ile başladı. Branşı sevmesem de, okulun kitabını 3 kere okudum, zevkle. Neden? Ben deli miyim? Evet. Ama kitabı 3 kere okumamın sebebi bu değildi. Gülhane Parkı'nda yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesinin karşı konulamaz cazibesiydi bana bunu yaptıran. Gülhane Parkı'nı gören pencerenin önünde, açıp da kitap okumanın keyfi ve huzurunu şimdi bile hissedebiliyorum. En alt kattaki klasik piyano ile de çıkmadan önce, öğrendiğim parçalardan birini çalardım... Hatta en çok öğrenmek istediğim parçayı bile öğrenmiştim. Dragon Graveyard - Trine OST. Parçayı her çaldığımda içimdeki bütün stres buharlaşıp giderdi. Sonrasında da Gülhane'den Çapa'ya kadar yürürdüm. Güzel günler... O kadar çok çalmışım ki hatta bu öğrendiğim parçayı, org çalmaya 1 yıl ara verdikten sonra bile, aletin başına oturduğumda çalabiliyor olduğumu farketmiştim sonradan. Yıl ortasında bana yerleşecek olan kötü anılar gibi, bu parça da bende kalıcı bir yer edinmişti.
Eski ve birçoğuna anlam veremediğim psikolojik sıkıntılarım ortadan kalktığı için, entellektüel yanım şaha kalkmıştı. Elime geçen kitapları bir canavar gibi tüketip hemen bir sonrakine geçiyordum. Bir yandan da elimden geldiğince bir şeyler çiziyordum. Mutluydum. Girdiğim her stajın kitabını alıp yalayıp yutuyor, bir şeyler öğrenme peşinde koşturup duruyordum. Grubumdaki insanlar ile kitap alışverişi içerisinde kitap, sözcük dağarcığımı daha da genişletmiştim. Çok mutluydum. Kimsenin dinlemediği halk sağlığı derslerini çoğunu dinliyordum, çünkü neden olmasındı. Ben çok mutluydum, ama Arda mutsuzdu. Ya göremedim, ya dikkat etmedim, ya da kendimle haddinden fazla ilgilendim, yanında olamadım. Bir gün masada oturup geçmişe yönelik dertlerimizi birbirimize açarken ve ayrıldığım kız arkadaşımdan bahsederken, onu mutlu etmeye çabalayıp nasıl beceremediğimi anlatırken, gözyaşları içerisinde demiştim ki ona "En kötüsü de ne biliyor musun Arda? İnsanın kendisine yenilmesi". Duygusal manada ilk ve son sarılışımdı ona. O haliyle beni avutuyordu...
Cerrahi stajının bitmesinden bir kaç hafta sonra -ailemin yanında kaldığım bir haftalık süreçte- bir sabah, Abdullah'dan aldığım bir telefonla hayatım değişti, birilerinin hayatı da o telefondan önce solup gitmişti. Tramvayla okula varmama 1 durak kala indim ve karakola doğru koşar adım yürüdüm. Kalbimin nasıl attığını çok iyi hatırlıyorum, hırsız girdi de bizimkilerden birine zarar mı verdi diye endişe içerisinde olduğumu... ve kafamın içinden geçen yüzlerce ihtimal... Ayaklarım mı karakola gitmek için daha hızlı çalışıyor , yoksa kafamın içinden geçen düşünceler mi daha hızlı akıyor söyleyemiyorum bugün bile. Abdullah'ı içerde çökkün bir suratla bana doğru bakarken bulduğumda, lafı gevelemeden "Abi, Arda intihar etti" diyor. Kafamın içinde çakan tek bir şimşek, geri kalan bütün her şeyi susturuyor. Arda'nın üzerine çekilen bir çarpı, damgayla vurulan "öldü" ibaresi. Geri kalan ömrüm boyunca bir daha asla onu göremeyecek olmanın verdiği ani şaşkınlık ve kendini öldürmeyi istemesi kadar mutsuz oluşu... Dostunuzun, mutsuzluktan ölmesi... İnsanların dünyası nasıl bir anda ters yüz olurmuş, o zaman öğrendim. Ağzımdan tek çıkan söz "Arda sen naptın ya..." oldu sanırım. Arda'nın kulağına ulaşmadı hiçbir zaman bu söylediğim, tıpkı o olaydan sonraki hiçbir gözyaşı ve üzüntünün ulaşmadığı gibi. Önceki gün öğle arası eve uğradığımda, çıkmadan önce omzunu sıvazlamıştım "Görüşürüz" diyip de. Şimdi ise o koltukta kanlar içinde oturduğunu öğreniyordum...
Eve gittiğimizde Abdullah görmemi istemedi dostumuzun naaşını. Ev kapısını açarken ellerimin titrediğini görüp, daha da travmatize olmamı istemedi herhalde. Şimdi diyorum ki keşke görseymişim... O seneye ait pek çok "keşke"nin başlangıcı da bu şekilde geliyor işte. Geriye bakıp birleştirilen bütün noktalar tek bir gidişatı gösteriyor. Mutsuzluğun veya çaresizliğin, hazin sonunu... Hepsinin yanına, altına, sağına soluna kocaman "KEŞKE"ler yerleştirebiliyorum. Her birisi ayrı yönde dallanıyor ve belki bu dalların bir çoğunun yaprağı hayat dolu. Bu işi cimri bir şekilde yapsam bile, kalbimin ortasına hala kocaman bir yara kalıyor. Bazen kanayan, bazen varlığını unutturan... Ama tıpkı gerçek bir yara gibi, üzerinde az da olsa oynadığınızda hemencecik çözülüveriyor kabuğu. Aklıma annesi, babası, kardeşi geliyor, şimdi bile... Arada onları ziyarete gittiğimizde yüzlerine bakmakta zorlanıyorum...
Arda'yı defnettiğimiz gün, biliyorum ki ben de kendimden bir şeyler gömdüm o toprağa. Bir daha geri alamayacağım. Hayatımın geri kalanı da bu şekilde başlamış oluyordu işte. Neşeli yanım belki her zaman kaldı, ama mutlu olmadan yaşamayı öğrenmeye bu şekilde başladım.
Arkadaşımızın yasını tutamamışken, dönemin en zor stajını ağırlığını bindiriyor üstümüze. Hatta öyle güzel bir şekilde yapıyor ki bunu, cenazenin olduğu günkü dersi, hocamız tekrar etmiyor. Ev sahibimiz yaptığı hareketler "nasıl ahlaksız bir insan olunur" konusunda iyi dersler veriyor bize. O adamdan sorulacak hesabım var, öteki dünyada. Hakkım varsa eğer, helal etmiyorum.
Ev işi hallolduktan ve arkadaşımızla olan somut bağlarımızı koparıp, soyutların üzerini örttükten sonra derslere abanmak durumunda kalıyorum haliyle. Dahiliye, Kardiyoloji, Farmakoloji, yazılı, sözlüydü derken 4.sınıfın sonunu getiriyorum. Farmakoloji sınavı için kütüphanede sabahlayarak güzel bir final yapıyorum kendimce.
Yaz döneminde eve dönüp zihnimi uyuşturmak için alkol alırmış gibi bilgisayar başında vakit geçiriyorum. Uykular bana daha huzur verici geliyor, çünkü uyurken bilinç yok. Bilinç yokken, acı da yok. Bol bol da gözyaşı ve pişmanlıkla bezeli bunların hepsi... Ablam da bu yaz mevsiminde evleniyor. "Onun en mutlu günlerinde, bu mutluluğa ne kadar ortak olamazdım" sorusunu, kendimce çok güzel cevaplıyorum. Çünkü dünyaya dair herhangi bir şey, ilgimi çek(e)miyor.
5.sınıf : Yeni eve çıkma ihtiyacı doğdu bu sene -haliyle-. Kardeşimle aynı eve çıktık bu sefer, o da karşıda bir üniversitede okumaya başladı. Ev bulma sürecinde hiç yardım edemedim babama. Bırak ev bakmayı, bakkala bile gidecek enerjiyi kendimde bulamıyordum zaten. Depresyonun derin çukurlarında çırpınıp duruyordum.
İlk stajımız Nöroloji / Nöroşirurji ile başlamıştı ve her "taze" tıp fakültesi öğrencisi gibi senenin ilk stajına katılım yüksek orandaydı. İlk gününü hatırlıyorum okulun. Hani okula gelirsiniz, herkese selam çakarsınız, "tatil nasıldı" şeklinde hal hatır soruları sorarsınız ama asıl muhabbeti yapacağınız kişi farklıdır ya, en yakın arkadaşınızdır o. Okulun ilk günü, çevremdeki herkes "en yakın"ı ile laflarken, konuşmadığımı farkettim. Susuyordum. Çünkü yanımda o "en yakın" yoktu. Okulun ilk haftası nasıl geçti hatırlamıyorum, ama Çekmeköy'e bir hışım gelip hüngür hüngür ağladığımı biliyorum. Çünkü o grupta benim "en yakınım" yoktu. Yastıkların ne kadar gözyaşı emebildiğini görseniz, şaşırırsınız.
Duygusal manada ne kadar tatsızsa, tıp eğitimi açısından da o kadar verimli bir seneydi açıkçası. Tıp eğitiminde "Küçük Stajlar" denilen, KBB, Üroloji, Nöroloji, Göğüs Hastalıkları vb. stajlarda, çok geniş yelpazede teorik ve pratik bilgi ediniyor insan. Yine olabildiğince pratiklere katıldım, öğrenci konumda sadece bir kez bulunacağım bilinci ile elimden gelen gayreti gösterdim bir şeyler öğrenmek için. Ayrıca bu sene, içinde bulunduğum çökkün duygudurumdan dostlarım sayesinde biraz olsun sıyrılabildim. En azından her gece yatarken uyanmamayı daha az ister oldum. Her sabah kalkınca da aklımda, zihnimde koca bir karanlık olarak yer tutan "ölüm"ü daha az düşünür oldum. Arda'nın mücadelesini çok iyi anlayabiliyordum artık. Çünkü bir kere akla girdim mi, "ölüm"ü düşünmeden yaşamak çok zor.
Entelektüel ve kişisel gelişimim bu sene biraz da TUS çalışmaya başlamanın etkisiyle ne yazık ki oldukça yavaşladı. Arada okuduğum iki üç kitap, çalmayı öğrendiğim küçük parçalar ve küçük çiziktirmeler dışında kendime bir katkım olmadı. Yine de, hayata daha olumlu yönden bakma yönünde sarf edilen gayret de olumlu bir katkı sayılabilir.
6.sınıf : Şimdi hiç kusura bakmayın da, Intern'luk anlatılmaz, yaşanır. Sekreterlik, personellik, amelelelik, ofisboyluk... Hastane sisteminde akla gelebilecek her boşluk, intern ile doldurulur okulda. Ben size öyle diyeyim, siz anlayın artık.
5.sınıfta yavaş yavaş bana yerleşen ve 6.sınıfta daha da belirginleşen bir özelliğim de, "derdi kafasına takmaz" tiplerden birine dönüşüm. Gereksiz ufak şeylere takarım hala, her insanda vardır o özellikler ya da sözlü sınavlarında çok heyecanlanırım. Onlar ayrı. Ama insanların genel olarak gergin olduğu veya kafasına taktığı bazı şeyleri "anlamaz" hale geldim resmen. Intern'lükte yüklenen angarya işler hakkına söylenmez oldum (Intern'lük hakkında yaptığım en güzel "söylenme" eylemi, bugün Ağrı Ambulans Komuta Merkezi'nde diğer yeni mezun arkadaşlarla yaptığımdı. Onun dışında bu blog dışında söylenmedim herhalde), zor gelen poliklinik için söylenmez oldum. Çünkü öğrendim ki, hayatta biraz olsun mutlu olmanın yolu, beklentiyi düşük tutup, en kötüsü için hazırlıklı olmaktan ve elindekinin kıymetini bilmekten geçiyor. O zaman İTF Hematoloji Poliklinik bile zevk alınarak yapılabilen bir yer oluyor.
Blog'a devam...