Çapa Tıp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çapa Tıp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2015 Çarşamba

Bir Çapa Serüveni

  Tıp fakültesi biteli yaklaşık 3 ay, TUS'a gireli 7 gün oldu ( Bu yazıyı yayınladığm zaman daha da geç). "6 sene de oku oku bitmez ahanzi ahanzi" cümleleri, tozlu sayfalarda artropod oldu kaldı. Bu cümlenin hayatımda geride kaldığını farketmediğim gibi, kendimdeki değişimi de farkedemiyorum geçmişle kıyas yapmadan. İnsan dünle bugün arasında fark bulamaz belki ama, 6 yıl öncesine baktığında bir şeyler bulur herhalde. Ben de buldum bir şeyler.
  1.sınıf : Üniversiteye yeni başlayan -ve şartlar dahilinde iyi bir okulda okuyan- bir gencin gururunu taşıdığımı görüyorum şimdi, az da olsa. "Kibir" derecesine çıktı mı bilmiyorum hiç, ama okulumu ve onunla ilgili her şeyi bir öğrencinin seveceği kadar seviyorumdur herhalde. Annemle babamın da aynı okulda okumasından mütevellit, nasıl bir yere gideceğimi aşağı yukarı bildiğimden, beklentim yüksek olmadı hiçbir zaman. 400-500 kişilik 14 Mart Amfimize sabah en erken girenlerden oldum çoğu zaman, çünkü eğer geç kalırsam metrobüste sıkışmak zorunda kalıyordum. Kendimi amfi sorumlusu gibi hissediyordum çoğu zaman ehe. Elimde var fotoğraflar, sabah kimse yokken çektiğim. Amfi sıraları aç bir şekilde öğrencileri beklerken... Şimdi bakınca içini farklı günlerdeki farklı anılarla dolduruyorum. Her boş sıraya başka birini oturtup, başka bir anıyı canlandırabiliyorum. İstesem bu iş için çekemezdim o resimleri.
  Tabi yeni insanlar tanıma meselesi var. Tek tipte insan içeren bir liseden geldiğimden ve bunun sosyal açıdan aslında sıkıntılı olduğunu düşündüğümden dolayı, "çeşitlilik"in "zenginlik" olduğuna kanaat getirmiştim. Tanınan her insanın kişiye kattığı iyi / kötü bir şeyler oluyordu sonuçta, ben de bu çerçevede aktif olarak insanlarla tanışmaya gayret ettim. Umarım başarılı olmuşumdur.
  "Kendime ne kattım?" sorusunun cevabı çok net değil açıkçası. Python programlama dili konusunda, bir amatörü mutlu edecek kadar ilerledim. Yoldaki herhangi bir amatöre gidip sormayacaksınız tabi, çünkü ben öğrendiğim seviye ile gayet mutluydum. Kendi ufak shoot-em up'ımı yaptığımda dünyalar benim olmuştu. Pozitif bir şeyler ortaya çıkarmanın (çünkü şimdi görüyorum ki tıp negatif olanı engellemeye yönelik bir alan) keyfini zaten resim çizdiğimden dolayı biliyordum, ama başka bir dalda da keyfi bambaşkaymış.  Her satır kod, her harf, her hata bana aitti. Çok, çok farklı bir his. Şunu da belirtmeliyim ki problem çözme yetisini çok iyi geliştiriyor.

  2.sınıf: Tıp okuyanlar bilir, "en zor sene 2.senedir" denilir. Sonraki yıllara kıyasla diyebilirim ki bu sözü 2.sınıfta kalıp da tıp fakültesinde daha ileriye gidememiş birisi söylemiş. Net. Yine de anatomi pratik sınavı öncesinde aortumun pulsasyonunu hissedişim, sınav öncesi kantin önündeki masalarda saatler süren "son" çalışmaları unutmayacağım.
  Bu sene kitap okumaya ağırlık vermeye başladığım sene. Çok yoğun bir şekilde olmasa bir şeyler okuyordum. Eskisine nazaran daha çok okuduğum için de daha çok şey öğrenmeye başladım doğal olarak, bunun da bana getirdiği şey şu oldu : "Herkes kitap okumalı, herkes bir şeyler öğrenmeye çabalamalı. Facebook'ta salak videolar paylaşcağımıza güzel bir düşünce sunma ve tartışma platformu oluşturmalıyız. Bunu yapmayanlar ömrünü boşa harcıyordur". Bazen, "boş" şeyler hakkında konuşan insanlara karşı içimde güçlü bir nefret oluyordu. Sanki kendim oturup çok mühim şeyler hakkında konuşuyordum da... Geçmişte bir yerlerde bu sitede paylaştığım bir yayın vardı, yaklaşık olarak şöyle bir şeydi "Otobüste önümdeki 3 erkek, yol boyunca kız, araba ve futboldan başka bir şey konuşmadı. Bunları yakıp oksijen yapsak Dünyaya katkıları daha fazla olur herhalde". Şimdi düşünüyorum da, asıl başka insanları bu kadar küçümseyen bir beyni yaksan Dünya'ya katkısı daha fazla olurdu. Kendime bakıp da "ne kadar da yanlış düşünmüşüm" dediğim zamanlardan birisidir. Kim bilir 10 yıl sonra şimdi doğru kabul ettiğim neleri yanlış olarak kabul edeceğim... Bir söz vardı, "20'sinde komunist olmayaynın kalbi, 40'ında kapitalist olmayanın aklı yoktur" diye. Sanırım bu değişimle alakalı. Orijinali daha farklıydı ama, "kapitalist" kısmı işin içine "değişim"i de katıyor.
  Bir de şunu farkettim kendimde, ciddi birisi olamıyordum kolayca. Çoğu zaman cıvık, belki neşeliydim. Şimdi de öyleyim, Bayramda uzun saçlarımı iki yandan bağlattırıp küçük tatlı kızlar kadar poz verecek kadar rahatım. Belki sonraki 10 sene içinde gerçekleşir daha ciddi birisi olma durumu =P

  3.sınıf: Yıllardan beri oturduğumuz Altunizade'den taşındığımızdan dolayı çok da iyi başlamadım açıkçası bu sene. Ama dostlarla bir eve çıkmanın (sonu kan ve gözyaşı ile bitecekti lakin) verdiği mutluluk da vardı bir yandan. Yine de anne-babamın üzülmesine dayanamadığım için, haftasonları sık sık uğruyordum bizimkilerin yanına.
   Çekmeköy'e taşınmıştık, evim olarak çok da benimsemediğim bir yerdi. Çapa'daki evi de dostlarımdan ötürü çok seviyordum ama o kadar, orayı da çok sevdiğim söylenemezdi. Dolayısı ile hiçbir yerde tam olarak rahat edemiyordum. Neyin battığını da bilmiyorum açıkçası...
  3.sınıfta kliniğe adımın ilk atıldığı sınıftır. Bir ayak hala Temel Bilimler'de olsa da, Kliniğin tatlı göz kırpışları öğrencinin dikkatini çeker. Tatlı kız göz kırpışlarının, sınav dönemi yaklaştıkça korkunç bir kandırmaca olduğuna dair kalbımı basabilirim şimdi. Ama bu kalıp, bir tıp öğrencisine en fazla sabun kalıbı olarak fayda sağlar. Başka da bir işe yaramaz.
  Kendime ne kattım peki? Org çalmayı öğrenmeye başladım- başladık, Arda ile. Hiçbir zaman saniyede 15 tuşa basan bir piyanist kadar olamayacağımın farkında olarak, kendi çapımda ufak ilerlemelerle oldukça mutlu oldum. Arda'nın biraz temel eğitimi olduğu için onun çok daha güzel çaldığını söylemeliyim.
   Bu sene kendimde dikkatimi çeken şeylerden birinin de sosyal olarak geri çekilme olduğunu görüyorum. İnsanlarla iletişimim ciddi şekilde aksıyordu, dışarı çıkmak, çalan telefona bakmak, sinemaya gitmek gibi aktiviteler küçük bir çekirdek grup dışında bana oldukça zor geliyordu. Uzaklaştığımı hissediyordum gitgide. Bilmiyorum bunu nasıl anlatabilirim... Sanki, kimseyi sevmiyormuşum gibi, çok acayipti. Oysa ki sorsalar "şunun için ölür müsün?" "ölürüm tabiy" derdim. Şimdi geriye bakınca saçma geliyor, kabul ediyorum. Ama öyle işte. Hatta öyle ki, iki evimde de kendimi huzursuz hissediyordum (yukarıda da belirttim). Evim yokmuş gibi. Ne Çapa'da rahattım, ne de Çekmeköy'de.
   Evimiz, arkadaşlarımız için bir toplanma yeri olmuştu. Çoğu zaman çat kapı gelen arkadaşlarla oturup geyik muhabbetleri, kalmalar falan... Kıymetini bilememişim gibi geliyor şimdi geriye dönüp bakınca. Nolurdu Cuma günü olunca koşa koşa Çekmeköy'e gitmeseydim. Abdullah ve Arda ile daha çok kahvaltı etseydim. Sanki kaçıyormuş gibi gidiyordum her Cuma.
  Yaz yaklaştıkça Çekmeköy'deki sitemiz sosyal imkanlarından dolayı daha güzel bir yer haline geldiğinden dolayı, Çapa'daki evden çıkma kararını alıyorum. Bir kaç hafta sonra vazgeçiyorum. Çünkü bir daha Abdullah ve Arda gibi ev arkadaşları bulamayacağımı adım gibi biliyordum. Ne bir anlaşmazlığımız oldu, ne bir kavgamız. Sanırım herkes birbirinin negatif yanını tolere edebiliyordu. Ben oyun oynarken çok bağırırdım mesela, kim bilir kaç kere Apo'nun uykusunu kaçırdım. Gerçi, ben onların kötü yanını hatırlamıyorum hiç. Ya da geçmişe nostalji gözlükleri ile bakıyorum, kim bilir...

  4.sınıf: Hayatımın en güzel, aynı zamanda en kötü yılı. Benim için her şeyin değiştiği sene...
  3.sınıfta yaşadığım sorunlar yüzünden kız arkadaşımdan ayrıldım ve kafamda ciddi bi' rahatlama oldu. O zaman anladım ki, ben çok da ikili ilişkiler için uygun bir adam değilim. Dışarı gidip kafede orada burada takılmak, bir ilişki için çabalamak, emek harcamak, kovalamak, en basidinden süregelen iki bir iletişim çok da bana göre şeyler değil. Oturup kitap okumayı veya oyun oynamayı buna tercih edebiliyorum, çok da doğru olmadığını kabul ediyorum tabi ki. Bana bu konuda eşlik edecek olan kız-erkek herhangi birisinin başımın üstünde yeri vardı her zaman tabi.
  Eğitim süreci Kadın Doğum ile başladı. Branşı sevmesem de, okulun kitabını 3 kere okudum, zevkle. Neden? Ben deli miyim? Evet. Ama kitabı 3 kere okumamın sebebi bu değildi. Gülhane Parkı'nda yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesinin karşı konulamaz cazibesiydi bana bunu yaptıran. Gülhane Parkı'nı gören pencerenin önünde, açıp da kitap okumanın keyfi ve huzurunu şimdi bile hissedebiliyorum. En alt kattaki klasik piyano ile de çıkmadan önce, öğrendiğim parçalardan birini çalardım... Hatta en çok öğrenmek istediğim parçayı bile öğrenmiştim. Dragon Graveyard - Trine OST. Parçayı her çaldığımda içimdeki bütün stres buharlaşıp giderdi. Sonrasında da Gülhane'den Çapa'ya kadar yürürdüm. Güzel günler... O kadar çok çalmışım ki hatta bu öğrendiğim parçayı, org çalmaya 1 yıl ara verdikten sonra bile, aletin başına oturduğumda çalabiliyor olduğumu farketmiştim sonradan. Yıl ortasında bana yerleşecek olan kötü anılar gibi, bu parça da bende kalıcı bir yer edinmişti.
  Eski ve birçoğuna anlam veremediğim psikolojik sıkıntılarım ortadan kalktığı için, entellektüel yanım şaha kalkmıştı. Elime geçen kitapları bir canavar gibi tüketip hemen bir sonrakine geçiyordum. Bir yandan da elimden geldiğince bir şeyler çiziyordum. Mutluydum. Girdiğim her stajın kitabını alıp yalayıp yutuyor, bir şeyler öğrenme peşinde koşturup duruyordum. Grubumdaki insanlar ile kitap alışverişi içerisinde kitap, sözcük dağarcığımı daha da genişletmiştim. Çok mutluydum. Kimsenin dinlemediği halk sağlığı derslerini çoğunu dinliyordum, çünkü neden olmasındı. Ben çok mutluydum, ama Arda mutsuzdu. Ya göremedim, ya dikkat etmedim, ya da kendimle haddinden fazla ilgilendim, yanında olamadım. Bir gün masada oturup geçmişe yönelik dertlerimizi birbirimize açarken ve ayrıldığım kız arkadaşımdan bahsederken, onu mutlu etmeye çabalayıp nasıl beceremediğimi anlatırken, gözyaşları içerisinde demiştim ki ona "En kötüsü de ne biliyor musun Arda? İnsanın kendisine yenilmesi". Duygusal manada ilk ve son sarılışımdı ona. O haliyle beni avutuyordu...
  Cerrahi stajının bitmesinden bir kaç hafta sonra -ailemin yanında kaldığım bir haftalık süreçte- bir sabah, Abdullah'dan aldığım bir telefonla hayatım değişti, birilerinin hayatı da o telefondan önce solup gitmişti. Tramvayla okula varmama 1 durak kala indim ve karakola doğru koşar adım yürüdüm. Kalbimin nasıl attığını çok iyi hatırlıyorum, hırsız girdi de bizimkilerden birine zarar mı verdi diye endişe içerisinde olduğumu... ve kafamın içinden geçen yüzlerce ihtimal... Ayaklarım mı karakola gitmek için daha hızlı çalışıyor , yoksa kafamın içinden geçen düşünceler mi daha hızlı akıyor söyleyemiyorum bugün bile. Abdullah'ı içerde çökkün bir suratla bana doğru bakarken bulduğumda, lafı gevelemeden "Abi, Arda intihar etti" diyor. Kafamın içinde çakan tek bir şimşek, geri kalan bütün her şeyi susturuyor. Arda'nın üzerine çekilen bir çarpı, damgayla vurulan "öldü" ibaresi. Geri kalan ömrüm boyunca bir daha asla onu göremeyecek olmanın verdiği ani şaşkınlık ve kendini öldürmeyi istemesi kadar mutsuz oluşu... Dostunuzun, mutsuzluktan ölmesi... İnsanların dünyası nasıl bir anda ters yüz olurmuş, o zaman öğrendim. Ağzımdan tek çıkan söz "Arda sen naptın ya..." oldu sanırım. Arda'nın kulağına ulaşmadı hiçbir zaman bu söylediğim, tıpkı o olaydan sonraki hiçbir gözyaşı ve üzüntünün ulaşmadığı gibi. Önceki gün öğle arası eve uğradığımda, çıkmadan önce omzunu sıvazlamıştım "Görüşürüz" diyip de. Şimdi ise o koltukta kanlar içinde oturduğunu öğreniyordum...
  Eve gittiğimizde Abdullah görmemi istemedi dostumuzun naaşını. Ev kapısını açarken ellerimin titrediğini görüp, daha da travmatize olmamı istemedi herhalde. Şimdi diyorum ki keşke görseymişim... O seneye ait pek çok "keşke"nin başlangıcı da bu şekilde geliyor işte. Geriye bakıp birleştirilen bütün noktalar tek bir gidişatı gösteriyor. Mutsuzluğun veya çaresizliğin, hazin sonunu... Hepsinin yanına, altına, sağına soluna kocaman "KEŞKE"ler yerleştirebiliyorum. Her birisi ayrı yönde dallanıyor ve belki bu dalların bir çoğunun yaprağı hayat dolu. Bu işi cimri bir şekilde yapsam bile, kalbimin ortasına hala kocaman bir yara kalıyor. Bazen kanayan, bazen varlığını unutturan... Ama tıpkı gerçek bir yara gibi, üzerinde az da olsa oynadığınızda hemencecik çözülüveriyor kabuğu. Aklıma annesi, babası, kardeşi geliyor, şimdi bile... Arada onları ziyarete gittiğimizde yüzlerine bakmakta zorlanıyorum...
  Arda'yı defnettiğimiz gün, biliyorum ki ben de kendimden bir şeyler gömdüm o toprağa. Bir daha geri alamayacağım. Hayatımın geri kalanı da bu şekilde başlamış oluyordu işte. Neşeli yanım belki her zaman kaldı, ama mutlu olmadan yaşamayı öğrenmeye bu şekilde başladım.
  Arkadaşımızın yasını tutamamışken, dönemin en zor stajını ağırlığını bindiriyor üstümüze. Hatta öyle güzel bir şekilde yapıyor ki bunu, cenazenin olduğu günkü dersi, hocamız tekrar etmiyor. Ev sahibimiz yaptığı hareketler "nasıl ahlaksız bir insan olunur" konusunda iyi dersler veriyor bize. O adamdan sorulacak hesabım var, öteki dünyada. Hakkım varsa eğer, helal etmiyorum.
  Ev işi hallolduktan ve arkadaşımızla olan somut bağlarımızı koparıp, soyutların üzerini örttükten sonra derslere abanmak durumunda kalıyorum haliyle. Dahiliye, Kardiyoloji, Farmakoloji, yazılı, sözlüydü derken 4.sınıfın sonunu getiriyorum. Farmakoloji sınavı için kütüphanede sabahlayarak güzel bir final yapıyorum kendimce.
  Yaz döneminde eve dönüp zihnimi uyuşturmak için alkol alırmış gibi bilgisayar başında vakit geçiriyorum. Uykular bana daha huzur verici geliyor, çünkü uyurken bilinç yok. Bilinç yokken, acı da yok. Bol bol da gözyaşı ve pişmanlıkla bezeli bunların hepsi... Ablam da bu yaz mevsiminde evleniyor. "Onun en mutlu günlerinde, bu mutluluğa ne kadar ortak olamazdım" sorusunu, kendimce çok güzel cevaplıyorum. Çünkü dünyaya dair herhangi bir şey, ilgimi çek(e)miyor.

  5.sınıf : Yeni eve çıkma ihtiyacı doğdu bu sene -haliyle-. Kardeşimle aynı eve çıktık bu sefer, o da karşıda bir üniversitede okumaya başladı. Ev bulma sürecinde hiç yardım edemedim babama. Bırak ev bakmayı, bakkala bile gidecek enerjiyi kendimde bulamıyordum zaten. Depresyonun derin çukurlarında çırpınıp duruyordum.
  İlk stajımız Nöroloji / Nöroşirurji ile başlamıştı ve her "taze" tıp fakültesi öğrencisi gibi senenin ilk stajına katılım yüksek orandaydı. İlk gününü hatırlıyorum okulun. Hani okula gelirsiniz, herkese selam çakarsınız, "tatil nasıldı" şeklinde hal hatır soruları sorarsınız ama asıl muhabbeti yapacağınız kişi farklıdır ya, en yakın arkadaşınızdır o. Okulun ilk günü, çevremdeki herkes "en yakın"ı ile laflarken, konuşmadığımı farkettim. Susuyordum. Çünkü yanımda o "en yakın" yoktu. Okulun ilk haftası nasıl geçti hatırlamıyorum, ama Çekmeköy'e bir hışım gelip hüngür hüngür ağladığımı biliyorum. Çünkü o grupta benim "en yakınım" yoktu. Yastıkların ne kadar gözyaşı emebildiğini görseniz, şaşırırsınız.
  Duygusal manada ne kadar tatsızsa, tıp eğitimi açısından da o kadar verimli bir seneydi açıkçası. Tıp eğitiminde "Küçük Stajlar" denilen, KBB, Üroloji, Nöroloji, Göğüs Hastalıkları vb. stajlarda, çok geniş yelpazede teorik ve pratik bilgi ediniyor insan. Yine olabildiğince pratiklere katıldım, öğrenci konumda sadece bir kez bulunacağım bilinci ile elimden gelen gayreti gösterdim bir şeyler öğrenmek için. Ayrıca bu sene, içinde bulunduğum çökkün duygudurumdan dostlarım sayesinde biraz olsun sıyrılabildim. En azından her gece yatarken uyanmamayı daha az ister oldum. Her sabah kalkınca da aklımda, zihnimde koca bir karanlık olarak yer tutan "ölüm"ü daha az düşünür oldum. Arda'nın mücadelesini çok iyi anlayabiliyordum artık. Çünkü bir kere akla girdim mi, "ölüm"ü düşünmeden yaşamak çok zor.
  Entelektüel ve kişisel gelişimim bu sene biraz da TUS çalışmaya başlamanın etkisiyle ne yazık ki oldukça yavaşladı. Arada okuduğum iki üç kitap, çalmayı öğrendiğim küçük parçalar ve küçük çiziktirmeler dışında kendime bir katkım olmadı. Yine de, hayata daha olumlu yönden bakma yönünde sarf edilen gayret de olumlu bir katkı sayılabilir.

  6.sınıf : Şimdi hiç kusura bakmayın da, Intern'luk anlatılmaz, yaşanır. Sekreterlik, personellik, amelelelik, ofisboyluk... Hastane sisteminde akla gelebilecek her boşluk, intern ile doldurulur okulda. Ben size öyle diyeyim, siz anlayın artık.
  5.sınıfta yavaş yavaş bana yerleşen ve 6.sınıfta daha da belirginleşen bir özelliğim de, "derdi kafasına takmaz" tiplerden birine dönüşüm. Gereksiz ufak şeylere takarım hala, her insanda vardır o özellikler ya da sözlü sınavlarında çok heyecanlanırım. Onlar ayrı. Ama insanların genel olarak gergin olduğu veya kafasına taktığı bazı şeyleri "anlamaz" hale geldim resmen. Intern'lükte yüklenen angarya işler hakkına söylenmez oldum (Intern'lük hakkında yaptığım en güzel "söylenme" eylemi, bugün Ağrı Ambulans Komuta Merkezi'nde diğer yeni mezun arkadaşlarla yaptığımdı. Onun dışında bu blog dışında söylenmedim herhalde), zor gelen poliklinik için söylenmez oldum. Çünkü öğrendim ki, hayatta biraz olsun mutlu olmanın yolu, beklentiyi düşük tutup, en kötüsü için hazırlıklı olmaktan ve elindekinin kıymetini bilmekten geçiyor. O zaman İTF Hematoloji Poliklinik bile zevk alınarak yapılabilen bir yer oluyor.

  Blog'a devam...

20 Nisan 2015 Pazartesi

Hemato Pol'de Bir Intern

  Malum, İstanbul Tıp Fakültesi Intern'lüğünün son iki ayına girmiş bulunuyorum gün itibariyle. Bu civarlarda çok aktif olamamanın sebebi, çalıştığımın bölümün biraz olsun canıma okuması. Bilgisayarı açınca canım oyun oynamaktan başka bir şey istemedi günler boyunca. Bölümün adı? /trampetler çalmaya başlar/ Hematoloji beyler ve bayanlar! Ama sıkı durun, çünkü bu Hematoloji, bildiğiniz gibi bir yer değil. Hem de poliklinik! /kalabalık çılgına döner, teleofonların flaşları birbiri ardına patlar. Kakafoni içerisindeki kuzey yarım küre bir kara delik olur ve kendi içine çöker./
  Bilmeyenler için şöyle anlatayım. Internlük dediğimiz, çoğu zaman şans üzerinden yürür (ve her intern şanssız olduğunu düşünür). Her yeni bölüme geçişinizde nerede çalışacağınızla ilgili ya kura çekersiniz ya da nerede çalışacağınız önceden belirlenmiştir. Çalışacağınız yeri öğrendikten sonra ilk sorulacak soru : "Abi şurası geldi, nasıl orası?". CIA ve MI6'i kıskandıracak, MOSSAD'a ise kepenk indirtecek istihbarat çalışmaları ile kolaylık, zorluk, boş gün fırsatı ("off yapmak" denir bizim jargonda), asistan, uzman ve hocanın tutumu hakkında bilgi alırsınız. Boş günlerin olması güzeldir, çünkü TUS çalışabilirsiniz bu sayede. Eğer önceden belirlendiyse yerler, sıkıntı yok. Stres az olur. Liste asılır, oradan bakılır. Taşikardi olmaz. Ama iş kura çekmeyse... Bildiğiniz bütün tanrılara dua edersiniz, güzelce gusül abdesti alır, önceki bir hafta insanlara iyi davranırsınız ehuah. Çünkü hangi kağıdı çektiğinize göre bir sonraki ayınız ya mahvolur ya da bomboş olur... Hematoloji'de kağıt çekmeli olmasa da farklı bir kura sistemi vardı ve bana ne yazık ki Poliklinik geldi. Burada oturup zihin yaşı 10 civarındaki internlerimiz gibi sızlanmayacağım ya da şikayet etmeyeceğim tabi ki. Dert dinlemek isterseniz, herkesin bir derdi var. Amaç sadece yazıya geçirmek.
  Sabah 9'da başlayan mesaim akşam -ortalama olarak- 4'e kadar sürdü. Polikliniğimizde numaratör sistemi olmadığı için, kemoterapi alacak hastalara öncelik tanıyarak ve daha sonrasında da kan veriş sırasına göre sıraya sokmaya çalıştık hastaları. Muhtemelen hala Uganda'da başarı ile uygulanmakta... Ama her zaman imza, rapor, reçete bilmemnesi değiştirecek insanlar oluyordu. Kiminin dosyası kayıptı, kimisinin dosyası bile yoktu. Kimisi nereye geldiğini bile bilmiyordu. Bütün hastalar işlerini bir an önce halletme derdinde, haklı veya haksız olarak. Kimse 3-4 saat boş boş beklemek istemez. Azıcık gülümsediğinizi gören kimileri "hocam bizi önden alırsınız artık" yüzsüzlüğüne vurabiliyor işi. Kimisi de "dışarıda bebeğim var bilmem kaç günlük" ya da "karşıya geçmemiz lazım" gibisinden teraneler söylüyor. Mantıklı konuşulduğunda hiçbir hastanın itiraz ettiğin görmedim, biraz da sert durmak gerekiyor tabi, çünkü üste çıkmaya meyyal yapıları var ne yazık ki. Çoğu kronik hastalar, işleyişi biliyorlar, istismar etmeye hazırlar. ("Yaparken bana mı sordun bebeğe?" cevabını vermek çok istemiştim yine de). Yine de, insanlara yardım etmeye çalıştığınızı onlara hissettirirseniz, sıkıntıların büyük kısmı ortadan kalkıyor. İşleyişe hakim olmaya çalıştığım ilk 2 günde, orkestra yönetmeye çalışan intern gibi hissettim kendimi. Çok zorlandım ama sonradan bu düzene ayak uydurduğumu düşünüyorum ("setteki arkadaşlarla çok eğlendik, çok güzel dostluklar kurduk" ehuah) . Lakin, düzene ayak uydurmanın bedeli, akşam eve gittiğinde ders çalışacak halin kalmaması olarak bünyemden eksildi. Elimden gelen gayreti göstersem de, TUS çalışmama ağır bir tokat indirdi Poliklinik.
  Yorucu olması ve intern ruhu katili olması, o bölümden fayda görmeyeceğim anlamına gelmiyordu tabi ki. Ben de durumdan istifade olabildiğince Hematoloji öğrenmeye çalıştım -ki oldukça zayıf olduğum bir alan-. Sağolsun uzman ablalarımız Dr. Gülkan ve Dr. Nazlı, öğretmeye pek istekli ve meraklı idiler. Pek iyi niyetlerinin karşılığını, kendilerine yardımcı olmaya çalışarak vermeye çalıştım. Ne kadar yardımcı oldum bilemem artık. Periferik yayma bakmayı öğrendim lan. Ne kadar temel bir bilgi olması gerekir oysa ki. Hasta yönetmeyi öğrendim, ki bu da çok önemli.
  TUS için kayıp, yine de kendime bir şeyler katabildiğim bir 30 gündü. Yine de hiçbir internün tatmaması gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Gidin Servis yapın, KİT yapın gençler. Poliklinik gelmesin kimselere.

29 Mart 2015 Pazar

İTF Göğüs Hastalıkları - İntern Gözünden

  İstanbul Tıp Fakültesi'nin mağrur olmayan Internlerinden biri olarak Göğüs Hastalıkları Stajı'nı geride bırakalı 1 hafta oldu. 4 haftalık döngü içinde: 1.ve 4.hafta serviste, 2.hafta Uyku bölümünde, 3.hafta da poliklinikte çalıştım. "Çok eğlendim, yeni arkadaşlıklar kurdum, zaten eğlenmek için gelmiştim, kazanmak için değil". Hep bu ifadeyi kullanmak istemiştim. Rahatladım.
  Serviste sabahları vital baktık bol bol. Sabah vizitten önce tansiyon + saturasyonlara bakıp hastaların defterlerine yazıyoruz. O gün bir şikayetleri var mı diye soruyoruz. Varsa şikayetleri asistan abimize / ablamıza iletiyoruz, ilaçlarını düzenliyoruz. Gün içinde olan değişiklikleri elden geldiğince takip edip dosyaya gözlem/progresyonları yazıyoruz. Yeni hasta yatarsa dosyasını biz dolduruyoruz. Yani amele işlerini bir kısmını çekiyoruz. Sorsanız "e doktor işi bu" derler, ama hiç doktorların yaptığını görmedik ehe. Şikayetçi değilim hiç, olmadım da. Kendi adıma güzel tecrübeler edindim, hem iletişim konusuda nhem de mesleğim adına. Yalnız Mürüvvet teyzem vardı. Yaşı ileriydi, yıllardan beri kortizol kullanmanın etkisi ve de yaşından dolayı osteoporozu vardı. Vasküliti, kalp yetmezliği ve düzelmeyen nefess darlığı vardı. Tuvalete yorulmadan gidemiyordu teyzem. Dosyasını da ben doldurdum onun, her sabah gidip de azıcık muhabbet edince çok ısındık birbirimize. Ananeme benzettim herhalde, belki de ondandır. Kötü haline göre , morali o kadar iyiydi ki... Yataktan zorla kalkarak çalışmaya gittiğim günlerde onu görmek hem utanmamı sağlıyordu kendimden hem de günümün geri kalanında enerji veriyordu bana. Tek şikayetçi olduğu husus, karın şişliğiydi. Söylenmiyordu hiç. Bir gün sorduğumda rahat uyuyup uyumadığını , "Dün gece kalbimle konuştum oğlum" dedi bana, "Yeter, yoruldun artık" demiş ona. Bana bunu gülümseyerek ve gözlerinde en ufak bir üzüntü olmadan söyledi. Gelecek olan ne varsa kabullenmiş hali, gençliğimden utandırdı beni. Ölümün varlığı - ihtimali, geri kalan bütün HER ŞEYİ önemsiz kıldığını bir kez daha gördüm gözlerinde teyzenin. Bedeninin prognozu çok iyi olmayacak belki teyzemin, ama o ruh ile çok daha ilerilere gider o. Bu dünyada olmasa bile.
  Duygulandım lan. 2. hafta aslında tüberküloz servisinde çalışacaktım ama arkadaşımın Uyku bölümü ile ilgili bir sorun yaşaması sebebiyle oraya geçiş yaptım. Polisomnografi yapılacak hastaların dosyalarını çıkardım durdum, yeni gelen hastaların da dosyalarını doldurdum. Oldukça çok boş vaktim vardı , güzel güzel ders çalışıp değerlendirdim. AFERİN BANA! Kapımda "Uyku Bölümü Sorumlu Hekimi" yazıyordu. "Intern Müsveddesi" de kabulumdur lakin.
  Poliklinik haftası da hoca ya da asistan yanında uslu uslu poliklinik yaptık. Açıklanacak çok bir şey yok, tek bir şey dışında : İnsanlar son raddeye gelene kadar önlem almamaya meyyal. Besbelli onları ölüme götüren ama şu anda sağlıklarına pek bir etkisi bulunmayan bir sebebi önemsiz görüyorlar. İlaç kutularını nizam içinde dizip doktor istediğinde çıkarıyor, ama 5-10 kilo vermiyorlar. İlaç kutusunun yarısı verilen kilolar ile birlikte uçup gidecekken oysa ki. Ama hayır, ilaçlar sihirli haplar ya, iyi yaparlar seni! Çok üzülüyorum lan. Bu yüzden kimseye kızmıyorum tabi ki, sadece bu konuda yeterince eğitim olmaması sorun belli ki.
  Standart çalışma düzenim böyleydi. Beni üzen bir nokta oldu Göğüs Hastalıklarında. Arada bir sabah vakalarına veya hoca derslerine katılım az oldu bizim tarafımızdan. Olur mu olur, insanlık hali. Ya uyanmamıışız ya da tembellik etmişiz. her ne ise. Ya da gidip TUS çalışanlar oldu aramızdan, yadırgamam. Kıdem piramidinin orta ve tepesindekiler hemen atarlı haller aldılar , devletin bize verdiği 330 liralık maaşı başımıza kakmaya çalıştılar. "Gelmediğiniz gün maaşınızdan keseriz" lafını etmeye başladılar. Eşek kadar hocanın, eşek kadar uzmanın ağzından çıkanlara inanamıyor insan. Bize böyle şeyler de söyledikleri için kızmadım hiç, sadece acıdım. Bütün samimiyetimle yazıyorum ki, acıdım. Biraz da iğrendim. Sonra aynı şekilde bir gün daha oldu, sabah vakasına katılım pek azdı yine. Ben de gitmemiştim -pişman değilim-. Sonra bir hocamız "intern çizelgesi" hazırlanmasını teklif etmiş toplantıda. "İyi" çalışanlara fazladan para verilsin mealinde bir öneri, artılı eksili bir sistem... Dini imanı para olmuş adamın, bizi de orada para için çalışıyoruz sanıyor. Sorun paraysa lakin, önceki aylarda elimde olan bütün parayı vereyim benim yerime başka birini tutun o çalışsın köpek gibi. Ne serviste, ne poliklinikte hiçbir iş aksamaz iken, iki vakaya gelinmedi diye gelecekteki meslektaşına yapılan şu muameleye bak. Beni asıl üzen kısım da bu, KESİNLİKLE hiçbir iş aksamadı, hiçbir yerde, hiçbir zaman. Hiçbir asistanın söylendiğini duymadım. Ama birilerinin gözünde "intern"üz, işten kaçıp da deli gibi TUS çalışmak isteyen düzenbaz tipleriz. Bu paragrafın sonunda belirtmek istediğim iki ironik nokta var :
  1-) Hastaların tıp çalışanlarına "sizin paranız benim vergimden veriliyor, bana bakmak zorundasınız hebele höbölö" şeklindeki tavırlarını, bütün doktorlar eleştiriyor haliyle. Prof.undan uzmanına. Ama aynı muamaleyi uzman ve Prof., çalıştığı fakültenin internüne  yapıyorken, eğitimsiz insanların bu muameleyi yapmamasını beklemek anlamsız olur.
  2-) Bizim için intern çizelgesini teklif eden hocamız, aynı gün öğleden sonraki dersine, kendi özel muayenehanesine gittiği için gelmedi. Ah garip dünya, ah.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Paracık

  Acil dahiliye nöbeti demişken, yazıya geçirmem gereken bir şey var.
  Nöbet esnasında asistan abilerimizden bir tanesi arkada bir hastaya pansuman yapılması gerektiğini söyledi. Ön taraftaki yük azaldıktan sonra arkaya gittim, gitmez olaydım. "Küçük yara pansumanıdır herhalde" diyerek daldığım Acil Dahiliye Servisi'nde gördüm ki, yaraların genişliği olmuş Büyük Kanyon... Yaranın içine taş atsaydım, dokuya değmesi bir kaç saniye sürerdi, o kadar derin. Tabi el mahkum, pansuman için gerekli ekipmanı toplayıp başladım pansumana.
  6 çocuğu olan ama hiçbirisi yanında bulunmayan, başka bir akrabasının ilgilendiği bu teyzem üstünde herhalde 1 saat uğraştım. Makas bile bulmanın mümkün olmadığı, her aletin sayılı (ve değerli) olduğu serviste, gazlı bezleri bir terzi gibi birleştirip ayırarak büyük yaraların üstünü kapattım -kapattık, hasta yakınının yardımı ile-. Bakterilerin de soyunu baticon ile kuruttuktan sonra tabi ki. Hastaların çoğu ile de iletişimim fena değildir, severek yaptığım için bu da hasta ve yakınlarına yansıyor bir şekilde (tıpkı işini severek yapan her insanın, yardım ettiği kişide oluşturduğu o memnuniyet gibi).
  Pansuman ile işim bittikten sonra tekrar Poliklinik olan tarafa yöneldim. Oradaki işlerle meşgul oldum. Bir süre sonra hasta yakını olan amcam geldi, beni çağırdı. "Herhalde hastayla ilgili bir soru soracak" diye düşündüm ve yine "yara-Büyük Kanyon" olayındaki kadar yanıldım. Gariban amcam cebinden bir miktar para çıkardı. Bana doğru uzattı parayı. Bir elimde Sarelle çikolata, kafamın içinde birden frontal-oksipital gezen deşarjlar, şaşkınlıkla geri çekildim. Amcama zor anlattım bu işin parasını zaten aldığımı,zaten işimin bu olduğunu, bir hayır duasının yeterli olduğunu, bu parayı da sadaka olarak vermesini istediğimi. Zor ikna ettim. Kötü niyetli biri değildi pansuman yaparken gördüğüm kadarıyla, ama çok üzüldüm.
  Çok üzüldüm, çünkü amcam kim bilir hangi devlet dairelerinde böyle iş halletmek zorunda kaldı... Zaten işini yapması gereken insanlara, o işini yapması için ne kadar para verdi... Ne kadar hak yenildi, ne kadar iyi insanın parası böyle alındı... Hangi kültür öğretti bunu amcama... Keşke hastanedeki servislere katkı yapacak bir fon olsaydı, oraya koyabilseydi parasını. Bazen gerçekten büyük imkansızlıklar içerisinde Yoğun Bakım Ünitesi olsun, Cerrahi Servisleri olsun, büyük işler başarılırken hastanede -kimi insanların da büyük özverileriyle-, öte yanda Ankara'da birilerinin ego masturbasyonu yapması için inşa edilen bir koca "saray". Terazinin iki yanına koyuyorum ve anlam veremiyorum.
  Amcamın "Allah razı olsun hocam" deyişi bana yetti, beni mutlu da etti. Ama içim kahroldu onu odasına gönderirken. Acaba muslukları altından mıydı oranın?
  3 yıl önce -3.sınıfta- gönüllü olarak bir dahiliye nöbetine gitmiştim (hangi akla hizmetse). Tansiyon ölçmeyi bile bilmeyen, anamnez almayı yeni öğrenen bir ufaklıktım açıkçası. Bu geceki Acil Dahiliye nöbetimden çıkışımda farkettim ki, doktor olmak üzereyim. Bazı şeyleri de fena yapmıyorum hani (yazar burada kendini övmek istemiş.)
  Gelen hastaların anamnezi olsun, muayenesi olsun hala eksiklerim var. Özellikle reçete yazma konusunda ilaçların ticari isimlerini bilmemenin getirdiği bir sıkıntı var. Asistan abi/ablalarım her ilaç yazışında sorgulamak durumunda kalıyorum ilaç içeriği için. Bunlar bir yana, insan pek farketmese de seneler gerçekten bir şeyler katıyor. Gerek deneyim olarak, gerekse de bilgi olarak. Bunu diyen 6.sınıf tıp fakültesi öğrencisi olması da ilginç =P
 
    

23 Kasım 2014 Pazar

- Ray Bradbury'den Mars Yıllıkları'nı bitirdim. Birbiri ile bağlantılı-bağlantısız hikayelerden oluşmakta kitap. Eleştirmek için yetkin değilim, açıkçası severek okudum kitabı. Edebiyat dolu betimlemelere ise bilim-kurgu türünde pek aşina olmadığı söylemek zorundayım. Yine de pek zorluk çıkarmadı. (NOT: Uzun ve süslü betimlemeleri sevmeyen biriyim. Ama iyi bir şiir okuduktan sonra etkilenmiş gibi etkilendim bu kitaptaki betimlemelerden. Edebi deha hissediliyor)
- Çocuk stajındayım şimdi. Yeni Doğan Yoğun Bakım Ünitesi'ndeyim. Pek iş yaptığım veya bölümün işleyişine müthiş bir işlevsellik kattığım söylenemez. Kimsenin öyle söylediğini de sanmıyorum zaten ehehe. Tamamen vakit öldürmek üzerine kurulu bir mesai düzenimiz var. Neyse ki  tatlı bebekleri -onlara hastalık bulaştırmayacak kadar temiz olmak kaydıyla- sevebiliyoruz. Benim gibi çocuklardan pek haz etmeyen biri için bile iyi bir şey.
  Yine de sabah 8 - akşam 4 bir işe yaramamak ve vakit kaybetmek, üzücü. Hem insanlık gururum adına , hem TUS çalışamamak adına. Belki diğer 1 aylık stajda rahat ederim diye bir umut kırıntısı taşıyorum. İnşallah kuşlar gelip yemezler ya da karıncalar götürmez bu kırıntıları. Karıncalar alsa üzülmem gerçi. Bu da akıllara "Kuşlar alsa üzülür müsün?" sorusunu getiriyor. Evet. Çünkü kuşlar pencere önlerine ve arabaların üstlerine s*çıyorlar. Kimi zaman da birilerinin omzuna. Karıncalar ise sadece açıkta kalan yiyecekleri yiyor, arada bir de insanlarda küçük kaşıntılar yapacak ısırıklar yapıyor. O kadarcık.
 - Haftasonları ailemin yanında gidiyorum arada bir artık. Tedbil-i mekanda gerçekten ferahlık varmış. Doğruymuş o söz. Pazartesi gününe harikulade bir enerji ile başlıyorum böylece. Mesela yarın olacağı gibi.

7 Ekim 2014 Salı

Genel Cerrahi B Servisi

  İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki Genel Cerrahi stajını yeni bitirmiş ve Acil Cerrahi'deki 25 saatlik nöbetimden çıkalı çok olmamışken 6 milyarlık dünya içinde zerre önemi olmayan düşüncelerimden bahsedeyim (Kalabalık heyecan içinde fısıldaşır =P)
  Genel Cerrahi stajında, 1 ay boyunca nerede çalışacağımızı seçmek için kura çekerek başladı staj. İsmi okunan vefakar-cefakar intern, Harry Potter'daki konuşan şapkanın farklı bir versiyonu olan içi kağıt dolu tepsiden içinde servis* adlarının yazdığı kağıtlardan çekiyor. Uzun ve heyecanlı bir bekleyişten sonra ben de çektim ve Genel Cerrahi B servisi geldi şansıma. "Şansıma" diyorum, çünkü yorucu olan ve olmayan bölümler var. B servisi ise, Toy Story'deki oyuncakların bile aradığı mutlu bir yuvaydı resmen. Film benzetmelerinden devam...
   Cerrahi stajını daha iyi bir grupla, daha iyi bir yerde yapabileceğimi düşünmüyorum herhalde. Grubumuzda sorunlu ve az sorumlu kişi sayısı 1'i geçmezken, altında çalıştığımız Yiğit Soytaş ise, bugüne kadar doktorluk düsturu olarak örnek aldığım insanlar piramidinin tepesine oturmuş durumda. Pratik, teorik ve insan ilişkileri bakımından kendisini izlemekten ve dinlemekten oldukça keyif aldım. Sonra bahsedeceğim.
   Sabahın 7 - 7.20'de başlayan çalışmamız, akşam visitine kadar devam ediyordu. "Çalışma" dediğime de bakmamak lazım, asıl işi yine asistan abimiz ve ablamız çekiyordu. Biz de arada kağıt doldurmadır, hasta yatınca muayene etmedir, hastaları yönlendirmedir elimizden geldiğince yardım etmeye çalışıyorduk. Akşamın 4'ünde gelen ve "doktorla konuşmak istiyorum" diyerek Willpower zarı atan ukela insanları da yönlendirmeyi, bir şekilde öğrendik.
  Bir önceki paragraftaki ilkokul 2.sınıf günlük dilinin kusuruna bakmayın ehehe. Kendimi tutamamışım. Bir intern olarak cerrahi'de bol yaptığım şeylerden biri de pansuman oldu. Gazlı bezler ve flaster ile olan yolculuğumda kimi zaman iyileşecek hastaların yarasını kapadım. Kimi zaman makas yokluğunda tatlı küfürler ile pansuman camiasını andım. Bir intern rehberi gibi oldu bu yazı. Bu ne lan!
  Doktorluk pratiğine bu kadar yakın oldukça, sadece bu camiadaki insanların yaşayacağı duyguları da tatma imkanı buldum. Şöyle ki, tüccar olan amcamdan ve servisimizin asistani olan Yiğit abiden izleyerek öğrendiğim kadarıyla, müşteri ya da hasta olsun farketmez, sunulan hizmet "mal" olsun, "sağlık" olsun farketmez, sunulan hizmet kadar , sunum şekli de önemli. Hatta belki de ikisi aynı miktarda önemli kişi memnuniyeti açısından. Bu nasıl sağlanıyor peki? Basitçe, somurtkan olmayarak, sorulan soruları cevaplayarak ve az da olsa kişisel ilgi göstererek. Kanka olmaya gerek yok tabi ki, ama bu dediklerimden münezzeh yapılan bir işlemden sonra, işlem çok başarılı bile olsa hasta tatmin olmuyor gördüğüm kadarıyla. Basit bir kaç kurala uyunca, bir doktordan başka kimsenin tadamayacağı duyguları tadıyor insan. Misal vereyim : Ayşe (isim değitşiriyorum tabi ki) adında 16 yaşındaki bir hastanın hem ameliyatına girdim -aktif olarak müdahale etmedim tabi ki-. Bağırsağı dışarı yönlendirmek için stoma*** açılmıştı. Kapatılma ameliyatına girdim, ameliyattan sonra pansuman yaptım bol bol. "Ağrı, geçmiş deneyimlere göre şekillenir" demişti Algoloji hocamız ilk derslerinde, bu kızda onu gördüm. Ameliyatların en büyüklerini geçirmiş, kendi yaşındaki kızlar instagrama resim yüklemekle meşgulken, hasta yatağında iyileşmeyi bekleyen birisiydi. Her müdahalesinde "acıtmayın" diye ağlıyordu kızcağız. Her pansuman açışımda yarasını temizleyeceğim diye endişeleniyordu. "Sadece bezi değiştireceğim ki" demenin ona verdiği sürur, bende de ortaya çıkıyordu. Pansuman yaparken ufak ufak laflayarak az da olsa bir kişisel bağ kuruluyor tabi ki. Taburcu olduktan bir kaç gün sonra pansumana yine pansumana geldi. Kendisinin dikkatini başka yöne çekerek pansumanını yapıp bitirdikten sonra, annesi "Acıdı mı yavrum" diye sorduğunda, "Yok anne. Enes abi hiç acıtmıyor." dedi. Dünyadaki bütün mutluluklar toplandı, Ultimate Cosmic Gender Bender ile binlerce küçük parçaya ayrılarak beynime hücum etti.
   Servis nöbetleri de pek rahattı. Rutin pansuman gereken bir kaç istisna dışında, boş boş takılıyordum. Diğer servislerden gelen intern arkadaşlar ile evcilik oynayıp birbirimizi ağırlıyorduk. En güzel asistan odası bizim servisteydi, onu da belirtmiş olayım. Hatta son nöbetlere doğru iyice cıvıyıp, bilgisayarımı da götürdüm. Gecenin 2:50'sinde, Monoblok manzarası eşliğinde, işleri bitirmiş olmanın verdiği huzurla Diablo oynamanın huzuru bambaşkaydı.
   Velhasıl kelam, korktuğum Genel Cerrahi stajı, beklentilerimi yerle bir ederek hayatımın 1 ayını mutlu bir şekilde geride bırakmamı sağladı. Şimdi 2 haftalık sıkı bir dönemim var. Buradan bütün internlere saygı ve sevgilerimi ileterek bu yazıyı sonlandırıyorum.

  *Servis : Hasta yataklarının bulunduğu yer.
  **Visit : İngilizceden anlamı aşikar olan bir kelime. Hocasından, uzmanına, kıdemli asistanından öğrencisine, orada bulunanların katıldığı bir grup ayini. En kıdemli, hastalar hakkında bilgilendirilir sıra sıra. Öğrenciler bir cacıktan anlamaz, intern'ler ile cacığın salatalığından anlarlar. Cacığın tadına asistan olunca bakmak istiyorum. Visit cacığı... mmm...
 ***Stoma açılması: İlgili barsak segmentini dışarı yönlendirme işlemi. Barsak içeriği bir poşedin içine akıyor, doldukça poşet değiştiriliyor. Kimi zaman kalıcı, kimi zaman geçiçi oluyor bu işlem. ileumdan açılırsa ileostomi, kolondan açılırsa kolostomi deniyor.( http://cmcludhiana.in/new-images/main3.jpg)

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Çeyrek Altın ve Nöbet Muafiyeti

  3 haftalık iznim var intern olarak. Bu hakkı nasıl mı elde ettim? Yazayım...
  Bugün saat 5'te başlayacak olan nöbetim vardı Semiha Şakir doğumevinde. Her zamanki gibi 93 kodlu otobüslerden birine binip, peşimi bırakmayan nem ile yolculuğumu yaptım. Ama havada farklı bir şeyler vardı. "Tehlike" gibi kokuyordu. Akbilin ötüşü bile farklıydı, evren bir şey anlatmaya çalışıyordu sanki. Evren genelde bir şey anlatmak istediğinde, yıldızları birbirine çarpıştırmak yerine bu tarz şeyleri tercih ediyor. Neden bilmiyorum.
  Kliniğe vardığımda stajyer doktor olarak karşılandım ve hemen orada doğumunun öncesindeki bir kadını gördüm. Farklıydı kadın. Sanki gözlerinde bir enerji vardı, camdan içeri vurup da hepimizi pişiren enerji gibi. Uzaydan gelmiş gibi... Kadın 5 dakikaya doğurmaya başladı. Ama ne bağırıyordu, ne de ağrı belirtisi vardı. Ürün vermek üzere olan bir robot gibiydi. İlk bebek gelirken sesini çıkarmadı kadın... Bebek doğduğu anda tüm ekip şaşkınlık içinde bakakaldık. Doğan şey bebek değildi. Annenin amniyon sıvısına bulanmış metal bir tüp çıktı sadece. Ardından ikincisi, üçüncüsü derken, büyüklükleri bir yumruk kadar olan tüpleri saymaya çalışmak anlamsızlaşmıştı. Ekip olarak donmuş haldeyken, ilk çıkan tüpten beyaz dumanlar çıkmaya başladı. Havadan ağır olan bu gaz ile odanın zemini dolarken, tüpün içinden yine yumruk boyutunda 6 ayaklı, en yakın benzetme ile metal bir örümcek diyebileceğim robotlar fırladı. Başlarının olması gereken yerde kırmızı bir küre vardı, parlıyordu. Demek ki evrenin mesajları, doğruydu.
   Korkudan ne yapacağımızı şaşırmıştık ve saniyeler içinde robotlar bir kaç hemşireyi kapmıştı. Ayakları belli ki doğumhane kadar donanımlıydı ve bu donanımlardan biri de kafatasını delecek bir matkaptı. Hem de hızlıca. Hemşireler, filmlerde durumun ciddiyetini göstermek için ölen figuranlar gibi can verdiler, ki benim gözümde bir kaplumbağanın tecavüzüne uğrayıp öldürülmekten daha korkunç bir şey varsa, o da budur! Yerdeki dumanlar, havadaki kan ile grotesk bir tablo oluştururken, bu matkaplı örümceklerin inşaat sektöründe çok faydalı olacağını kenara not ettim. Eğer onları insanların beynini yarmamaya ikna edebilirsek tabi.
  Diğerleri gibi ben de odadan hızlıca çıktım. Kapıyı kilitledim arkamdan, ama belli ki bu robotlar için tahta kapılar pek engel oluşturmuyordu. Yakmayı tercih ettiler kapıyı. Önden gelen bir kaç robota karşı kalkan olarak kaptığım monitörü kullandım. Matkaplar, monitörü delip geçerken tenim üzerindeki hava akımın hissettim. İnşaat sektörü yanında, havalandırma sektöründe de kullanılabilirdi bu robotlar. Kendi "tür"lerinden birini yarmış olmanın şaşkınlığı içinde olan küçük sümsükleri ayağımla ezdim. İçlerinden yeşil bir sıvı pörtledi, biraz da hemşire kanı... Bu sırada asistan abi de hemşire bankosunda bir şeyler arıyordu. Ne aradığını merak edemeden cevabımı aldım : Çıkardığı şey pompalı tüfekti, akabinde cebinden çıkardığı güneş gözlüğünü taktı. Bunun hastanede ne işe yaradığını sorgulamadım. Abi fişekleri doldurduğu gibi ateşledi. Kulağım sesin şiddeti karşısında isyan etti ve fişekten çıkan mermilerin vızıltıları tüm odayı doldurdu. Aynı anda odanın karşı duvarında yeşil boyave metalden oluşan modern sanat eseri belirdi. Geri kalan bir kaç hemşire serum setlerinden kendilerine kırbaçlar hazırlamış, anjicutlar ile robotları mıhlıyordu. Damar açmak için kullanılan aletler şimdi ahenk içinde dans ediyor ve örümcek robotların kürelerine bir bir saplanıp çıkıyordu. Ortaya saçılan serum fizyolojiklerse hemşire ablalarımızı ıslatmış ve onlara seksi bir görünüm vermişti. Pratik olduklarını biliyordum, ama böylesini görmemiştim. Kapıdaki güvenlik ise kahve içiyordu. Tüm bu olan bitenler içinde içebiliyordu kahvesini. Ben de intörn olarak hemen angarya işleri yapmaya başladım. Bir yandan abiye fişek getirirken, bir tandan bu mahlukatın doğum dosyasını dolduruyordum. Arada serum setleri yırtılıyordu ve hemşire ablalar için bunun tedarikini de üstlenmiştim. Serum setleri, fişekler ve örümceklerden oluşan senfoniyi seyre dalmamak mümkün değildi. Arada ne olduğunu anlamadan kendimi güvenlik görevlisine kahve getirirken buldum.
  Döndüğümde örümcekler ile tıp camiası arasındaki savaş kontrol altına alınmıştı. Klinikten dışarı çıkamayan robotlar, içeride oldukça agresifti. Ama sayıları oldukça azalmıştı belli ki. Ben de elimden geldiğince bir kaç örümcek ezdim. Bir kaç tanesini havaya fırlattım, abi tüfek ile vurdu. Bazılarının ayaklarını kopardım. Zaman bir şekilde geçti. İş bittikten sonra personel geldi ve pisliği temizledi. Ben de doğum dosyasını abiye teslim ettim. Herkesin üstü başı yeşil vıcık sıvı ile kaplanmıştı ama bu noktada yapabileceğimiz bir şey yoktu.
  Dakikalar geçmeden kapıdan içeri Barack Obama girdi. Hemen NST bağlamak için yeltendiysem de, korumaları tarafından durduruldum. Daha sonra gezegeni kurtaran kahraman ekibin intörnünü çağırın bana dedi. Öne atıldım. Cebinden çeyrek altın çıkardı ve önlüğümün üzerine iliştirdi. Daha sonra kulağıma eğildi ve bana dedi ki :
  -"Hangi bölümdesin şimdi sen?"
  -"Yok biz daha bölüm seçmedik, okul bitsin ondan sonra seçeceğim." dedim.
  -"Hadi ya? Peki ne düşünüyorsun?"
  -"Psikiyatri istiyorum. Çok girişimli bölüm olsun istemiyorum."
  -"Peki o zaman. Bak ilk hastan benim ona göre" dedi ve güldü ABD başkanı.
  -"Yaratıcı zekana ve espri anlayışına hayranım" diyemedim. Ben de güldüm. Bir konuşmaya daha ne kadar klişe sıkıştırılabilir derken , konu havadan açıldı...
  -"Aslında sıcaklık değil de, nem nem" dedi Obama ve benim gözümde bitti. Ama muhabbeti bitmemişti. 10 dakikalık monoloğunu "...tamam iyi de, bi' Alex değil!" diyerek tamamladı ve oradaki asistan abiye nöbetten muaf tutulmam gerektiğini söyledi. Daha sonra kendisine ısmarladığım nescafe'yi içtikten sonra, ülkesine geri dönmek üzere klinikten çıktı.
  Böylece hem arkadaşımın nikahında takacak çeyrek altını elde ettim, hem de nöbetten muaf tutuldum. İnanmayan olursa, aksini ispat etsin.

12 Ağustos 2014 Salı

Potansiyel Köle - İntörn

  İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nde (nam-ı diğer : Çapa Tıp Fakültesi) son seneme girmiş bulunmaktayım dostlar. Hiçbir zaman okuyacağım seneleri kafama takmadım. Ne tıpı seçmeden önce, ne de seçtikten sonraki yıllarda. O yüzden "6 sene de oku oku bitmiyor" gibi bir sıkıntım yok.
  Tabi ki bizim okulda intörn iseniz, Angarya İşler Müdürü (AİM) oluyorsunuz. Evrak mı doldurulacak? Sevgili intörn! Kan gazı mı götürülecek? Sevgili intörn! Çorap mı alınacak? Sevgili intörn! İntörn aşağı, intörn yukarı (8. kat). Personel mi yok? İntööööörn! Aman da intörn, canım da intörn. Ben şikayetçi değilim. Bu senemin başında "etim okulun, kemiğim okulun" diye geçirdim içimden. Ne iş verilirse verilsin, uygun şekilde istendiği sürece kendime dert etmeyeceğim dedim. Henüz bir sorun çıkmadı. Gururum da benle aynı fikirde. Şimdi gelelim, görevini yaptığım Kadın Doğum'un (KD) intörnlük incelemesini yapmaya. Bütün tıp ahalisi nefesini tutmuş bu anı bekliyor, biliyorum. Sonunda karşınızdayım! Hip hip... Hurray!
  Tabi ki KD'nin her bölümünde görev yapmadım. Kimse de "Amanın MeneS intörn bize gelsin" demediği için, çekilen kurada Septik ve Doğumhane geldi şansıma.
  Septikte 4 kişi olması gereken grubum, 3 kişilik oldu. Bu da şu demektir : 4 kişi olsaydık, 2'şer günlük döngüler halinde çalışacakken, 3 kişi olunca çalışacak günler arttı. Bir gün septik polikliniğinde, öteki gün de serviste durdum. Septik Polikliniğinde küretaj, örnek alma işlemleri yapılıyor, bilmeyenler için. Hastalar uyuşturulmadan, vajinadan rahme temiz aletlerle girilip işlemler yapılıyor. Oraların hassas bölgeler olduğunu takdir edersiniz ki, kadınlar cıyak cıyak bağırıyor işlem sırasında. Bu yüzden KD'dan uzak durmam gerektiğini bir kez daha, tasdik etmiş oldum. Parası olan da gitsin özel hastanede az ağrılı yapsın bu işi. Yazık etmeyin kadınların ruhuna, bedenlerini sağlıklı yapacağız diye. Serviste ise küçük angaryalar yaptık. Hastalardan onam almak, bazı pansumanları yapmak gibi. Servisin en güzel yanı, klimalı oda içinde, iş de yapılmıyorken ders çalışmak veya uyumak için uygun ortam olması. Hele de Ramazan ayının etkisi ile sabahları bulunan koltuklara yığılıyorduk cintörnler olarak (sandalye buldun otur, yatak buldun yat). Görevli Halime ablamız ve Gamze ablamız da pek tatlı insanlardı. Özel iş yaptırmadılar hiç. Hatta Gamze abla bir şey rica ederken bile zorlanıyordu sanki. Böyle ablalarım olsun, köleleri olayım onların ehehe. (Aile içindeki ablam da çok iyidir şimdi. O da hiç angarya yaptırmaz)
 Doğumhane'de işler benim için biraz sarpa sardı. Bayram dönüşü, dünyaya gelmek isteyen bebek sayısındaki ciddi artış nedendir bilinmez, pek yoruldum yahu. Lan biraz bekleyeydiniz, nedir bu telaş? Hayır, geldiğiniz Dünya da bir cacık olsa. Anne karnından çıktığın gibi orana burana bir şeyler sokuşturuyorlar hemen. Kan alıyorlar bilmemne. Daha ilk solukta medikal zincire dahil oluyorsun zaten ehe. Burada hastalar bol bol NST (bebek kalp atımını gösteren bir cihaz) bağladık. Cihazı, gebenin karnında gezdirerek uygun yerde bebek kalp atımının seslerini tespit edip, göbek etrafından dolaştırdığımız bir lastikle sabitliyorduk. Her şey çok iyi, ama gebelerimizin büyük kısmı çok kilolu arkadaş. Cihaz sesi düzgün iletsin diye vıcık vıcık jel döküyoruz üstüne, gel bir de bunu kalp atımlarını duyduğun yerde sabitle. Hani havada toz taneleri görürüsünüz de eliniz ile tutamazsınız ya, öyle işte bunlar da. Sabitlemeye çalışırken vıck vıck kayıyorlar sağa sola, ses gidiyor. Lastikler desen kim bilir kaç gebenin amniyon sıvısını emmiş, nesillerin izi var üstünde. Yere düşse öpüp alnıma koyacağım, o derece... Yine de uğraşıp bir şekilde bağlanıyor işte. Az kilolu gebeler ise favorim! Cihazı alıp kafasına koysam, oradan duyacağım neredeyse bebeğin kalp atışlarını. Yerim sizi zayıf gebeler! Gebecik karnınızın üstüne jel sıkıp, kağıttan gemilerle yolculuk ederim oralarda. Fırsatçı bakteriler ve mantarlarla savaşırım.
  Doğumhanenin tek kötü yanı, genellikle ilk doğumlarında Galactus'u Dünya'dan uzak tutacak kadar çığlık atan kadınlar... Bir kadın bu kadar enerjiyi nereden bulabilir? Çocuğu yaparken bu kadar bu kadar bağırmış, bu kadar enerji harcamış mıdır bilemiyorum. Sesleri birleştirip montaj yapsam, sağlam vokaller çıkar. Ordan ver elini Unkapanı. Albümün adı da hazır zaten : "Bir daha çocuk yapmayacağım, töbe!"
  Doğumhanenin bir de ameliyathane kısmı var. Ameliyathane odasına hasta getir, hasta götür işleri yaptık intörnler olarak. İstersek de aktif olarak ameliyata katılmaya izin verdiler, hatta teşvik de ettiler. Yapılan ameliyat belli : Sezaryen. Bana uzak geliyor cerrahi. Yine de, koter eti yaktığında çıkan kokuya bayılıyorum. Yarın bir gün yollarda yuvarlak gözlüklü, evsiz kılıklı, kolunu küçük küçük yakıp kokuyu içine çeken birini görürseniz işte o ben olacacağım. Niye çıldırmış olacağım, onu bilemem.
  Doğumhane ekibi de oldukça cana yakındı. Özellikle Ömer abi, altında kıdemsizi olarak çalışılacak birisi. Taklit yapma ve türkü çığırma konusunda çok başarılı. Ben uygun şekilde rica edildiği sürece angarya işleri de yapmakta bir sakınca görmediğimden, bir kaç ekstra iş de yaptım. En sonda belirttim angarya listesini.
  Bir de nöbet işi var. Sağlık camiasını içinde olup da, nöbet tutmamak lüks sayılıyor. Vefakar cefakar intörnler olarak biz de nöbet tutuyoruz haliyle. Benim nöbetim pazar gününe denk geldi. Bir sabah 9'da girip, öteki sabah 8'de çıkılıyor haftasonu nöbetlerinde. Nöbet ertesi gün de boş oluyor. Doğumhane de direkt olarak güneş ışığı alan bir yer olmadığından mütevellit, zaman kavramını sadece duvardaki saat oluşturuyor. Ara ara dinlenmek için dışarı çıkılabilir tabi, ama yine de moral bozucu. Orada bulunduğum 23 saat boyunca 2 doğum oldu sadece. İlkini zaten önceki gruptan devraldık, ikincisi de gece 3 gibi doğurdu. Yorucu değil , ama dediğim gibi moral bozucu oluyor biraz. Ben haftasonu nöbeti tuttuğum için bir kere tuttum. Haftaiçi tutanlar, iki gece tutuyorlar. Yine sonraki gün boş. Cuma ve Cumartesi nöbet tutanlar ise, sonraki gün zaten kendiliğinden boş olduğu için, şanssız eşşek sıpaları oluyor.
  KD stajı iki kısımdan oluşuyor bizde. İç merkez ve dış merkez. İç merkezde 1 ay, dış merkezde de 1 ay diye ayrılmış. Dış merkezdeki iş 1 haftada bitiyor, şimdi oradayım. Ders çalışmak, oyun oynamak
 kitap okumak ve üstüne de dinlenmek için yeterince vakit kalıyor bana.
 
  KADIN DOĞUM İÇ MERKEZ
Angarya İşler : Uygun bir dilde istendiği takdirde hiçbir sıkıntım yok bu işleri yapmakta. Biraz olsun klinikten uzaklaşıp soluklanmak için iyi fırsatlar olarak değerlendirilebilir. Ben kısaca potansiyel köleyim arkadaş. Bu kadar basit işte.

  1. 8.kattan çorap getirme
  2. 2 defa dışarı çorap almaya çıkma
  3. 1 tahlil sonucu alma
  4. 1 uzaklardan istek kağıdı getirme
  5. 1 defa CD yazdırıp kliniğe bırakma.
  Haftanın amele intörnü olmaya adayım. Yetkililer sesimi duyun. Siz ödülü göndermeyin ama, ben gelir alırım.

24 Haziran 2014 Salı

  Tıp fakültesi 5.sınıfımın özeti oluyor buradaki. Bol bol ders, bol bol kapitalist firma içeçecekleri, bol bol oyun, bol miktarda depresyon. Bunlardan birisinin geride kalmış olamsı beni çok mutlu ediyor. Tahmin etmek çok zor olmasa gerek.

1 Haziran 2014 Pazar

  TUS çalışması beyinsiz tekrarlar üstüne kuruludur. İlk tekrarıma bugün başlamış oldum. Savunun TUS tanrıları! Olympus'u sallayan Kratos gibi, ben de sizi sallayacağım!
  (1.5 yıl sonra : /sallayamadı/)

22 Mayıs 2014 Perşembe

  Küçük bir seminerden dolayı okula babam geldi dün. Her şey bir çocuk filmi gibi gelişti ama. Şöyle ki:
  Programın başlangıcında babam organ nakli konusuna cerrahi açıdan yaklaşacaktı. Ama 25 dakika geçmesine rağmen gelmemişti. Tabi o olmayınca, çok değerli etik hocamız Hakan Ertin hoca, güzel sorular ile organ nakli konusunda bizi aydınlattı (veya daha çok soru işareti bıraktı kafamızda). Daha sonra babamın sabah saat 9'da girdiği ameliyatın uzadığını öğrendim. Akşam saat 5.30'da anca yetişebildi programa. Konuyla ilgili gerekli bilgileri de bize aktardı.
  Şimdi, neden mi çocuk filmi gibi bu olay?
  Ben: babasından ilgi göremeyen sevgiye muhtaç erkek çocuk. "Baseball" maçına babasını da beklemektedir...
  Babam : İşi yüzünden ailesine ve oğluna vakit ayıramayan kariyerinde başarılı bir baba.
  Olay ve filmin sonu : Kariyerinde başarılı baba hem işinde başarılı olmanın hem de ailesi ile ilgilenmenin yolunu bulur. Mutlu son.
  Gelmiş geçmiş en vasat senaryodur , evet.

11 Mayıs 2014 Pazar

 Bir kaç gün önce tecrübe etme şerefine ulaştığım hayatımın en garip Dahiliye pratiğini yazmak istiyorum. Öncelikle hocamızın hastası olmadığı için, bize kendi rastgele bir şeyler anlatmaya karar verdi. Amenna. Müessir bir konuşma bekleyebilirdik hocadan günümüzün sağlık politikası ile ilgili ya da muhal yurtdışı sağlık sistemlerine bakıp imrenebilirdik hep beraber. AMA HAYIR! Onun yerine "bakın bunları hiç anlatmıyoruz" deyip, anlatmadığı şeyleri anlatmaya başladı. Ama düşünce zincirindeki kopukluklar sebebi ile, serbest çağrışım çayırlarında dağınık bir geziye çıktık. 1,5 saat boyunca, aralarında dünyanın hiçbir yerinde bağlantı kurulamayacak konular arasında sıçramalar yaşadık. Yanımızda olsalardı Star Trek ve Star Wars ekibi kıskanırdı. 
  Pratik bittikten sonra zulümün hudutlarından çıkmak üzere kapıya yönlenirken, içeriye giren atriyal fibrilasyonlu hastayı küçük bir muayene etmek için 3 kişi odada kaldık. "Muayene edip gideriz" diye düşünüyordum ben. Yanlış düşünmüşüm. Akılsız başın cezasını ayaklar çeker derler. Ayaklarım, vennlerde biriken kanlardan dolayı alarm verirken ve hatalı düşüncemin bedelini öderken, hocamızın düşünceleri ise Samanyolu ve Andromeda kadar bağımsız ve alakasızdı. Bahsettiği konulardan bir kaçını yazayım :
 - Ak Parti, İşçi Partisi, CHP
 - İnönü hakkındaki görüşleri
 - Harf devrimi
 - Öğrencilerin anlamadıkları şeyleri sormaları gerektiği
 - Marmaray
 - Yurtdışında gördüğü eğitim
 - Süryani ve Kürtler
 - Tabi Ermenilerden de bahsetti. Birazcık da bağlantı varmış.
 - İnsanların davranış paternleri üstüne bir kaç yorum
 - "Biz sizin zamanınızda" / "Ben sizin yaşınızdayken" + "x"
 Tüm bunları ve çok daha fazlasını yarım saatte anlattı. Geçmişteki küçük günahlarıma kefaret olmuştur herhalde.

27 Şubat 2014 Perşembe

  Olup bitenler :
  - Dermatoloji / Plastik Cerrahi / Göz Hastalıkları / Anesteziyoloji pakedinden çıkıp, başka bir quadri-pakete geçtim. Bahsi geçen sınavlarda herhangi bir sorun çıkmasını beklemiyorum.
  - Dermatolojideki Afet Hoca, gördüğüm en kaliteli hocalardan birisi. İnşallah İTF olarak hocayı kaybetmeyiz. Geç gelen öğrencilere bile gülerek kızan bir insan olabilir mi? Hemen akabinde öğretme işine devam ediyor. Severek.
  - Dermatoloji sınavının olduğu sabah, saat 5'te, horozlardan önce uyandım (nöbetçi horozlar size demiyorum.). 6'ya kadar Derma'nın çıkmış sorularını inceledim. Daha sonra uyku-irade arasındaki savaşta, iradem bütün safları kaybetti ve saat 7'ye kadar tekrar uyudum. 7'de uyandıp, 8.45'e kadar da slaytları son kez inceledim. Neyin stresini yapmışsam bu kadar.
  - Plastik sözlüsünde soruların bir soruya "Hocam daha önce hiç duymadım, dürüst olayım" dedim. Hoca "Dışarı çıkabilirsin dürüst MeneS" dedi bana. ehe.
  - Kütüphanemin üstünde biriken IceTea petşişeleri  duruyor, endüstriyel imalatın modern sanat ürünleri olarak.
  - April - Imaginary Future'a sarmış durumdayım. Döngüye aldım dinliyorum.
  - Yeni geçtiğim quadri-pakedi yazayım : Kalp Cerrahisi / Kardiyoloji / Göğüs Hastalıkları / Göğüs Cerrahisi. 25 Şubat günü Enver hocamız ile "akşam dersi"miz oldu. Bu hocamız hem akademisyenlik hem de insanı melekeler açısından oldukça kaliteli bir insan ve Facebook'u çok aktif kullanıyor. Aktif dediysem, kışın grip virüsünün aktivitesinden bahsediyorum burada. Her grupta fotoğrafları çekip koyuyor Facebook'a üşenmeden. Velhasıl kelam, FB'a ikinci mavi önlüklü fotoğrafım çıktı. Yalnız biraz iyi çıkmışım bunda. Saçın uzaması yakışmış.
  - Oyun konusuna gelelim. Açıkçası çok heyecanlıyım, çünkü Diablo'nun 2.0 yaması geldi.  Tüm Loot ve Paragon sistemi elden geçirildi, Auction House'un kalkacak olması ile mutluluk zirve yapıyor.
  - Oyun konusu 2 : Hitman Absolution'u en zor seviyede bitirmeye çalışıyorum. Gösterge yok, harita yok, otomatik kayıt noktaları dışında kayıt almak yok. Hedef dışında kimseyi öldürmemeye çalışıyorum. Beni arayan polisin ölmesine ne gerek var değil mi? Mümkünse bayıltıyorum.
  - Eh, hayat devam ediyor.

10 Aralık 2013 Salı

  Şu anda KBB / FTR / Üroloji staj pakedini almaktayım. Hemen akla gelen üroloji esprilerinden sonra değinmek istediğim bir kaç nokta var:
  - KBB asistanlarındaki iyilik hali nedir öyle? Pazar günü gittiğim nöbette bir sıcakkanlılık, bir ilgi göstermeler. Galiba anabilim dalının geneline hakim olan bir iyilik hali var. Ürolojide arkadaşlar için de aksi söyleniyor. Eh, ben de her gün hastalıklı penisler ile uğraşsaydım, pek mutlu olmazdım herhale ehe
  - FTR Anabilim dalına harcanacak paranın, öğrencilere harcanırsa geleceğimiz adına çok daha iyi bir yatırım yapmış olabiliriz. Kişisel görüşüm tabi bu. Yok bir de kanıta dayalı kanun olsaydı.
  - KBB Anabiliim Dalı başkanı, kendi kliniğini dünyanın en iyisi ilan etti. Şartların iyi olabilir, ama DÜNYA, bir gezegen. İl ve ülke değil. Gezegen. Hani güneşin etrafında dönenlerden.
  - Aynı kişi, "Kötek kültürümüzde vardır, anadolu çocuğu o şekilde büyür" şeklinde bir cümle kullandı. Tam olarak aynı olmasa da şekli, muhtevası aynıydı. "Anadolu çocuğu öyle büyür"müş. Şiddetin, çocuk büyütmede standart haline gelmiş olması üzücü değil mi? Üstelik okumuş, anabilim dalı başkanı olmuş, alanında (gördüğüme göre) değerli birisinin bu şekilde düşünmesi hele? Biz bugün çocuğumuzu yaramazlık yaptığı için döveriz. Yarın aynı çocuk, kendi çocuğu yaramazlık yapınca, çocukluğunda kendisi için "standart" hale gelmiş dayağın biraz daha üstüne çıkar, daha şiddetli döver. Nesiller boyu gider bu iş. En son nereye varır peki? Tuvalet eğitimi vermek adına, altına kakasını yapan çocuğu ızgaraya oturtturup poposunu yakarsın. Anan da sana öyle yapmıştır çünkü.
  - Üroloji derslerini bir kazanda işliyoruz. Kapı ve pencereler hava muhalefeti nedeni ile kapalı tutulunca, herkes 3 nefes aldıktan sonra ortamımız ısınmaya başlıyor. 15 dakika sonra da tüm öğrenciler servise hazır hale geliyor tabi.

4 Aralık 2013 Çarşamba

  Öğrencileri 7:15'te derse çağırma zalımlığını gösteren İstanbul Üniversitesi KBB Anabilim dalı, kendini bugün Dünya'nın En İyi KBB Polikliniği ilan etti gözlerimin önünde. Avrupa Birliğinden iki tane kıçıkırık belge aldıktan sonra herkes uçuyor galiba. Dünya yahu... DÜNYA LAN! Amerika'sı var, İngiltere'si var, Almanya'sı var bunun. Eğri oturup doğru konuşalım şimdi KBB...
  

29 Kasım 2013 Cuma

 Psikiyatri stajı iyi güzel de, sınavına çalışma konusuna gelince vücuduam bir öğrenci halet-i ruhiyesi hakim olmaya başladı.

12 Kasım 2013 Salı

    5 yıldır beklediğim Psikiyatri stajı sonunda başladı. Tıbbın diğer alanlarından oldukça farklı , neredeyse tamamen RUH ile ilgili sorunlara eğilen ve benim gelecekte hayal ettiğim çalışma alanı olan psikiyatri... Cümlenin sonunu getiremedim ehehe. Fazla resmi oldu.
   İlk gün sadece semiyoloji işlesek bile oldukça keyifliydi ki, bu da bana klinikle karıştığında bu stajın benim için bir zevk yuvası haline geleceğini gösteriyor. Benim kerhanem yani. İnşallah hayallerimi bir kağıt gemiymişcesine suyun içerisine düşmez ve gelecekteki uzmanlık alanım bana daha da aydınlık bir şekilde görülür. Ne kadar güzel temenniler Yarabbim bunlar. Görmeyeli bu bloga yazdığım şeylerin seviyesi yükselmiş. Hemen düşüreyim : Bugün son 2 ders seks ve cinsellik üzerineydi. Hocamız erken boşalmanın nasıl tedavi edildiğinden bahsetti yüzeysel olarak. Bu insanları seks terapistleri tedavi edebiliyor. Peki bu insanlar kim? Zaten uzmanlığı olan psikiyatrlar, 2 senelik kursa katılarak bu terapileri yapma becerisine ve hakkına sahip oluyor. Daha sonra da hastalarına -yanlış hatırlamıyorsam- 8 haftalık bir terapi uyguluyorlarmış. Baya enteresan şeyler var ve eminim ki bu tedavi çeşitleri sadece psikiyatri içeriğinde mevcur.

11 Kasım 2013 Pazartesi

  Tırt Çocuk Cerrahisi sınavıma girdim. Evle ilgili alışverişleri yaptım. Bir kaç ev işi hallettim. Masa sandalye üstünde asılı duran kurumuş çamaşırları ise, bir sonraki baharda toplamaya karar verdim ve bilgisayarın başındaydım. Özlediğim kadar heyecanlı değilim. En son... hmm... en son 15 saat önce dokunmuştum. Evet sanırım tedaviye ihtiyacım var ehehe
 O değil de, bazen TUS çalıştıktan sonra hayvani bir tatmin elde ediyorum. Günlük hedefi doldurduktan sonra, bir erkek aslan gibi uzanıyorum keyfimce. Hayatımın düzenini bu sayfalara döksem iyi olacak, hem dışarıdan görmek açısından da faydalı olur.