21 Aralık 2012 Cuma
Ardarda ikinci gun tatil yapiyorum universitede. İlk basta rektorluk secimlerden dolayi halk sagligi 'gezisi' iptal oldu. Bugun kar tatili var. Enteresan seyler. 4 gun sonunda alisabilecek miyim okul orasi bilinmez tabi. Belki bilinir? Yok yok, bilinmez. Belli olmaz yani. Ya olursa?
Sanirim kahvalti vakti. Yani misir gevregi ehuah
Sanirim kahvalti vakti. Yani misir gevregi ehuah
posted from Bloggeroid
19 Aralık 2012 Çarşamba
Bugüne kadar korkarak ve güç de olsa pek çok şeyi yenmişim hayatımda geriye dönüp baktığımda. Küçük sınavlar , büyük sınavlar, üzerime binen bazı küçük sorumluluklar. En küçük olayda bile büyük iç gerilimler yaşayabilen biriyim ben. Küçüklüğümden beri üzerime yapıştırılmış "beceriksiz" yaftası var. Kendime olan güvenim olması gereken yerde olmadı hiçbir zaman. Sınav öncesi "Tamam hazırım artık" dediğim olmadı hiç. Abartmıyorum, lise döneminde babam bana su faturasını yatırma işini verdiğinde bile gerildiğimi biliyorum, "Ya yapamazsam?" , "Yapamayınca bizimkiler alay edecek benle yine". Komik geliyor belki ama, düşünce yapınızı değiştiremeyince onunla yaşamayı öğreniyor insan.
Hayatta bir çok şeyi yapmaktan çekinmemin sebebi, pasif olmamın sebebi, biraz da "beceriksizlik" sıfatım. O kadar çok şey sıralayabilirim ki pasiflik konusunda... Neden bir işe başlayayım ki , başaramayacaksam eğer? Neden birini tek taraflı severken ona bunu söyleyeyim ki? Ne gereği var aramızdaki arkadaşlık bağına zarar verme ve onu kaybetme ihtimalimi güçlendirmeye? Oysa ki bunu düşünen zihin, eninde sonunda o insanı kaybedeceğini biliyor zaten. Neden o resme başlayayım ki? Zaten çok zor beceremeyeceğim. Neden o parçayı çalmayı deneyeyim ki? Öncekiyle aynı nedenden dolayı. O derse çalışmaya başlamak istemiyorum, çünkü çok zor, beceremem. Muayene yöntemi mi? Kesin yanlış yapacağım. Neden biriyle beraber olayım ki, ilerinin sorumluluğu kaldıramayacak kadar beceriksiz ve korkaksam?
Ve işin enteresan tarafı, kendimi en rahat hissettiğim ve gerçekten bir şeyler yapmaya kadir olduğum tek alansa : oyunlar. Çok iyi Battlefield oynarım mesela, çok iyi oynarım bir oyunu öğrenince. Neden? Oyundaki kişi ben değilim diye mi? Neden olmasın... Dövüşen , düşünen ben değilim sonuçta. Benim bir yansımam. Düşüncelerimin, dertlerimin bir önemi yok orada. Özgürüm bir bakıma ya da özgür hissediyorum kendimi diyeyim. Can alıcı soru ise şu benim için : Peki hangi bağlardan kurtulup da özgür oluyorum ki? Kendimden kurtulduğum için mi?
Kendimi düşününce cevabın evet olduğunu görüyorum. Yıllar önce hatırladığım Enes değilim artık. İnsan kendisini özler mi hiç? Sanki koca benliğim, taşındığımız Altunizade'de kaldı. Biz oradan ayrılırken, sanki benliğimi bıraktım orada kalbimin yarısı ile birlikte. Yok o Enes şimdi. O zaman ben kimim? Gözyaşları içerisinde söyleyebilirim ki, kendimi tanıyamıyor ve tanımlayamıyorum şimdi. Yaz mevsiminin başından itibaren kendimi kazanmaya çalıştım bir çok açıdan. Duygularımı geri kazanmaya, düşüncelerimi tamir etmeye çalıştım.
Tüm bunların (çabamın ve dertlerimin) ışığında şu sonuca vardım : Bir insanın en zayıf olduğunu hissettiği anlar vardır. Sevilenlerin ölümü, elden bir şey gelmez. Hiçbir güç geri getiremez gideni. İkincisini ise yeni öğrendim, bir insan kendine yenildiğini anladığında da zayıf oluyormuş. Yenildiğim "kendim" ise kim olduğunu bilmediğim bir yabancı gibi sanki. Beni her konuda engelleyen.
Bu yazıyı okuyan ve okumayan herkesin, hayatta benden daha iyi insanlar ile karşılaşma dileği ve duası ile, iyi geceler. Ogun Sanlısoy'dan gelsin :
"Var olmak ızdırapsa, yüzünde maskeyle geçer yıllar"
Hayatta bir çok şeyi yapmaktan çekinmemin sebebi, pasif olmamın sebebi, biraz da "beceriksizlik" sıfatım. O kadar çok şey sıralayabilirim ki pasiflik konusunda... Neden bir işe başlayayım ki , başaramayacaksam eğer? Neden birini tek taraflı severken ona bunu söyleyeyim ki? Ne gereği var aramızdaki arkadaşlık bağına zarar verme ve onu kaybetme ihtimalimi güçlendirmeye? Oysa ki bunu düşünen zihin, eninde sonunda o insanı kaybedeceğini biliyor zaten. Neden o resme başlayayım ki? Zaten çok zor beceremeyeceğim. Neden o parçayı çalmayı deneyeyim ki? Öncekiyle aynı nedenden dolayı. O derse çalışmaya başlamak istemiyorum, çünkü çok zor, beceremem. Muayene yöntemi mi? Kesin yanlış yapacağım. Neden biriyle beraber olayım ki, ilerinin sorumluluğu kaldıramayacak kadar beceriksiz ve korkaksam?
Ve işin enteresan tarafı, kendimi en rahat hissettiğim ve gerçekten bir şeyler yapmaya kadir olduğum tek alansa : oyunlar. Çok iyi Battlefield oynarım mesela, çok iyi oynarım bir oyunu öğrenince. Neden? Oyundaki kişi ben değilim diye mi? Neden olmasın... Dövüşen , düşünen ben değilim sonuçta. Benim bir yansımam. Düşüncelerimin, dertlerimin bir önemi yok orada. Özgürüm bir bakıma ya da özgür hissediyorum kendimi diyeyim. Can alıcı soru ise şu benim için : Peki hangi bağlardan kurtulup da özgür oluyorum ki? Kendimden kurtulduğum için mi?
Kendimi düşününce cevabın evet olduğunu görüyorum. Yıllar önce hatırladığım Enes değilim artık. İnsan kendisini özler mi hiç? Sanki koca benliğim, taşındığımız Altunizade'de kaldı. Biz oradan ayrılırken, sanki benliğimi bıraktım orada kalbimin yarısı ile birlikte. Yok o Enes şimdi. O zaman ben kimim? Gözyaşları içerisinde söyleyebilirim ki, kendimi tanıyamıyor ve tanımlayamıyorum şimdi. Yaz mevsiminin başından itibaren kendimi kazanmaya çalıştım bir çok açıdan. Duygularımı geri kazanmaya, düşüncelerimi tamir etmeye çalıştım.
Tüm bunların (çabamın ve dertlerimin) ışığında şu sonuca vardım : Bir insanın en zayıf olduğunu hissettiği anlar vardır. Sevilenlerin ölümü, elden bir şey gelmez. Hiçbir güç geri getiremez gideni. İkincisini ise yeni öğrendim, bir insan kendine yenildiğini anladığında da zayıf oluyormuş. Yenildiğim "kendim" ise kim olduğunu bilmediğim bir yabancı gibi sanki. Beni her konuda engelleyen.
Bu yazıyı okuyan ve okumayan herkesin, hayatta benden daha iyi insanlar ile karşılaşma dileği ve duası ile, iyi geceler. Ogun Sanlısoy'dan gelsin :
"Var olmak ızdırapsa, yüzünde maskeyle geçer yıllar"
16 Aralık 2012 Pazar
Bir sevgi yuklemesinin ardindan Cekmekoy'den bildiriyorum. Pazar gecesi Cekmekoy'den neden bildirim yapiyorum, ustelik yarin saat 8'de ders olmasina ragmen soyleyeyim : Derbiyi izlemek icin kaldim ailemin yaninda. Degdi mi? Futbolla ilgisi, fil diskilarinin ekolojik yarariyla ilgisi kadar bile olmayan biri olarak, degdi diyebilirim. Peki ayni soruyu sabah namazini mutakiben uyumayip, hazilandigimda, kendime sorup ayni cevabi alabilecek miyim? Evet, cevap fil diskilari. Muhtemelen hayir. Sogugun peritona degmek istercesine gobek deligimi kusatacagi bir sabaha uyanmak icin, herkese iyi geceler. Yani, kimseye. Yani, karanliga. İcinde bos bos oturup durdugum.
posted from Bloggeroid
12 Aralık 2012 Çarşamba
Arkadasimdan aldigim bir mesaj, egitim sistemimiz hakkinda (gayriciddi tabi): " Slayti baskasi degistiriyor, baska biri de okuyor, biz de okunanlari yorumluyoruz. İnteraktif egitimi yanlis anlamis"
11 Aralık 2012 Salı
Kucuk Zafer : Ogrenci evinde, kendi yaptigim yemek ile sadece karnimin degil, gozumun de doymus olmasi.
10 Aralık 2012 Pazartesi
Geçen Günler ve Haftalar
Efendim, Enes ile sohbet ettikten sonra nihayet kendi beyaz sayfama erişmek, beni bir prensesin beyaz atlı prensine erişmesi kadar sevindirdi sanırsam. Bu sayfa ile boy boy çocuk yapamayacak olmanın bilincinde olmam, garip hezeyanlar içinde olmadığı gösteriyor sanırım. At ile benzettiğim bu sayfalara girmeyeli baya bir şey geçti ömrümden. Daha çok sınavlar tabi. Önce "Çocuk" stajından bahsetmeliyim.
"Çocuk" diyoruz biz buna kendi aramızda. Havalı oluyor biliyor musunuz? Yoksa ne diye "Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları" diyeceğim. Pırt. Anca "pezınt"lar öyle der =P Geçen senenin sonlarından itibaren bana gelen -geç de olsa- öğrenme aşkı sebebiyle bol bol okudum tabi sınava hazırlanırken. Sınavla ilgili, ilgisiz. Öğrendikçe farkettim ki, o kadar büyük açıklarım var ki... O beyaz atlı prensin, prensesi kucaklamak için açtığı kollarının genişliği kadar yani, öyle diyeyim ben. Ama öğrendikçe de keyif alıyorum. Kimi bilgileri büyük ihtimalle unutacağımı biliyorum, ama okuyup yazdıkça içime garip bir neşe doluyor. Bu isteği bana 2,5 boyunca bana veremeyen hocalar ve tıp fakültesi mi utansın? Yoksa ben hiç açıp okumadığım için ben mi utanmalıyım? İkinci söylediğim neden, daha makbul gibi görünse de, bana "bilgi öğrenmek keyiflidir"i öğretemeyen hocalara kızıyorum aslında. Neyse efendim. Sınava çalıştık ettik. Tabi ki sınavda bilgi ölçen bir şeyle karşılaşmadık. Ezber ölçen şeylerle karşılaştık. Şaşırdık mı, hayır. Ama ilk defa, çok çok çalışıp teorik sınavından 60 aldığım bir sınava üzülmedim. Çünkü GERÇEKTEN öğrenmem gereken şeyleri öğrendiğime inanıyordum, hala inanıyorum tabi. Sözlü de 88 gelmiş zaten. Belki sözlü yüksek gelmese üzülecektim, doğru hak veririm öyle düşünenlere. Buyrun, hakkınız. /hak/
"Çocuk"tan sonraki bir hafta Genetik stajı haftasıydı. Kendime gelemedim. Sanki beyaz atlı prensin atı beni
-hayır, cümle umduğunuz gibi bitmeyecek- ezip geçmişti. Sonra da o prens gelip, normalde keman yayı yapımında kullanılan o at kuyruğunu kesip, bana yedirmişti. O kuyruktaki bir madde de beynimde metabolik olarak birikip mental geriliğe sebep olmuştu bende. Hani, at kuyruğu yersiniz ve beyninizde birikir de baş ağrısı yapar ya, aynı öyle bir histi işte. Her sabah geç kalkmalar (toplam 4 sabahın 3'ünde), dünyayı algılama konusunda sorun yaşamalar, kahvaltıyı iplememeler, amfide 3 arkadaş tren olup - hayır, cümle umduğunuz gibi bitmeyecek- yanyana uyumalar, mor saçlı tatlı genetik hocasına bakıp ona teyze diye seslenebileceğim tramvay ortamını düşünmeler, Çekmeköy'ü özlemeler, kardeşimi özlemeler, bir sabah kalktığında 10 yıl sonrası hakkında taşıdığım garip endişelerin ağzımdan neredeyse taşacakcasına beni doldurması vb... Zaten çocuk sınavının üzerimdeki gergedan dışkısı ağırlığındaki etkisi kalkmamışken nedir bu eziyet kardeşim? Azıcık soluklanalım. Durumumun vehametini iki tür hayvan içeren benzetme ile anlatabildim anca. Anlayın hocalar bizi.
Tabi baktılar, gergedan ve at bunlara az geldi, bir de Genetik sınavının olduğu güne Onkoloji çakmışlar. Bu arkadaşlar da yeni soru soracağız diye tutturmuşlardı. Yahu eski prense, yeni at olur mu arkadaş? Bu ne perhiz , bu ne lahana turşusu? Okulda eğitimin kalitesini bir nebze olsun arttıracak her türlü yeniliği canla başla desteklerim. Ama 15 yıldır sordukları aynı soruları değiştirmeleri neden hoşuma gitmiyor , orasını "öğrenci ironisi" olarak tanımlıyorum ve alanı araştırmak için psikologları çağıyorum.
Genetik sınavı bir şekilde oldu. "Çıkmış"lar, biraz da slayt dinleme ile. Onkoloji ise , çıkmış sormamışlardı, ama zor soru da sormamışlardı (ilkokul günlükleri ayarında bir cümle ile karşılaştınız. Sakin olun. Tabi ki doğru yerdesiniz) . Slaytların tamamına bakmamıştım. Baksam da o resimlerden bir şey çıkartma ihtimalim, gergedan dışkısı çıkarma ihtimalim ile aynıdır. "Çıkmış"ların çoğunu çözdüm , ama hiç soru yoktu onlardan. Sınavdan çıkıp ufak bir kamuoyu araştırması yaptığımda, umduğum kadar da kötü geçmemişti sınavım. Eh, sevindim.
Çıkışta da iki arkadaş ile sinemaya gittik. The Flight. Güzeldi. Değişiklik oldu, iyiydi.
Eve geldiğimde , gergedanlar ve beyaz atlı prenslerin 3. dünya savaşından* çıkmışcasına dağılan bir oda bekliyordu beni. Kapıyı kapayıp kendisini görmezden geldim ve Sihirli Annem efekti ile düzelmesini umut ettim aslında. Baktım olmayacak böyle, kendim halletim. Masamın muhtevası içerisinde hala savaştan kalma şarapnel parçaları var, ama onları da zamanlar eriteceğim inşallah.
Ve şimdi de, bilgisayar karşısında, bitirmem gereken oyunlara bir bakacağım. Uyuşmanın vakti geldi. Hava daha mı karanlık dünden ne dersin Enes? Enes?
*Gergedanlar ve beyaz atlı prenslerin 3.Dünya Savaşı, önceki 2'sinin nerede yapıldığı bilinmemekle birlikte, herhangi bir tarafın üstünlüğü ile sonuçlanmamıştır. İki tarafın, MeneS'in odasında kalan son temiz bölgeler üzerinde hak iddia etmesi ve MeneS'in bu konuda herhangi bir şey yapmaması sebebi ile savaş patlak vermişti. Gergedanların ilk günlerdeki üstünlüğü, ellerindeki envai çeşit kabloyu masaya atması ile ortaya çıkmıştı. Bu hamleye hemen yanıt vermek isteyen Prens tarafı ise , büyük topları (temiz çamaşırları) sahneye çıkararak, yatak üzerinde kaybedilmesi olanaksız hakimiyetlerini ilan etmişlerdi. Sandalye ve odanın ortasındaki boşluk için yapılan çarpışmada ise iki taraf da çok ağır kayıplar vermişti. Çarpışma uzadıkça, ortamda peydahlanan anlamsız -ve nedense çizgisiz- kağıt parçaları ve slaytlar savaş alanını doldurmuştu. Akabinde akşam sularında MeneS'in odaya girmesi ile karşılıklı olarak durdurulan savaş, daha fazla can kaybı olmadan bitmiştir. İki taraf da normal şartlar altında savaşı kazandıklarına inanmaktaydı.
"Çocuk" diyoruz biz buna kendi aramızda. Havalı oluyor biliyor musunuz? Yoksa ne diye "Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları" diyeceğim. Pırt. Anca "pezınt"lar öyle der =P Geçen senenin sonlarından itibaren bana gelen -geç de olsa- öğrenme aşkı sebebiyle bol bol okudum tabi sınava hazırlanırken. Sınavla ilgili, ilgisiz. Öğrendikçe farkettim ki, o kadar büyük açıklarım var ki... O beyaz atlı prensin, prensesi kucaklamak için açtığı kollarının genişliği kadar yani, öyle diyeyim ben. Ama öğrendikçe de keyif alıyorum. Kimi bilgileri büyük ihtimalle unutacağımı biliyorum, ama okuyup yazdıkça içime garip bir neşe doluyor. Bu isteği bana 2,5 boyunca bana veremeyen hocalar ve tıp fakültesi mi utansın? Yoksa ben hiç açıp okumadığım için ben mi utanmalıyım? İkinci söylediğim neden, daha makbul gibi görünse de, bana "bilgi öğrenmek keyiflidir"i öğretemeyen hocalara kızıyorum aslında. Neyse efendim. Sınava çalıştık ettik. Tabi ki sınavda bilgi ölçen bir şeyle karşılaşmadık. Ezber ölçen şeylerle karşılaştık. Şaşırdık mı, hayır. Ama ilk defa, çok çok çalışıp teorik sınavından 60 aldığım bir sınava üzülmedim. Çünkü GERÇEKTEN öğrenmem gereken şeyleri öğrendiğime inanıyordum, hala inanıyorum tabi. Sözlü de 88 gelmiş zaten. Belki sözlü yüksek gelmese üzülecektim, doğru hak veririm öyle düşünenlere. Buyrun, hakkınız. /hak/
"Çocuk"tan sonraki bir hafta Genetik stajı haftasıydı. Kendime gelemedim. Sanki beyaz atlı prensin atı beni
-hayır, cümle umduğunuz gibi bitmeyecek- ezip geçmişti. Sonra da o prens gelip, normalde keman yayı yapımında kullanılan o at kuyruğunu kesip, bana yedirmişti. O kuyruktaki bir madde de beynimde metabolik olarak birikip mental geriliğe sebep olmuştu bende. Hani, at kuyruğu yersiniz ve beyninizde birikir de baş ağrısı yapar ya, aynı öyle bir histi işte. Her sabah geç kalkmalar (toplam 4 sabahın 3'ünde), dünyayı algılama konusunda sorun yaşamalar, kahvaltıyı iplememeler, amfide 3 arkadaş tren olup - hayır, cümle umduğunuz gibi bitmeyecek- yanyana uyumalar, mor saçlı tatlı genetik hocasına bakıp ona teyze diye seslenebileceğim tramvay ortamını düşünmeler, Çekmeköy'ü özlemeler, kardeşimi özlemeler, bir sabah kalktığında 10 yıl sonrası hakkında taşıdığım garip endişelerin ağzımdan neredeyse taşacakcasına beni doldurması vb... Zaten çocuk sınavının üzerimdeki gergedan dışkısı ağırlığındaki etkisi kalkmamışken nedir bu eziyet kardeşim? Azıcık soluklanalım. Durumumun vehametini iki tür hayvan içeren benzetme ile anlatabildim anca. Anlayın hocalar bizi.
Tabi baktılar, gergedan ve at bunlara az geldi, bir de Genetik sınavının olduğu güne Onkoloji çakmışlar. Bu arkadaşlar da yeni soru soracağız diye tutturmuşlardı. Yahu eski prense, yeni at olur mu arkadaş? Bu ne perhiz , bu ne lahana turşusu? Okulda eğitimin kalitesini bir nebze olsun arttıracak her türlü yeniliği canla başla desteklerim. Ama 15 yıldır sordukları aynı soruları değiştirmeleri neden hoşuma gitmiyor , orasını "öğrenci ironisi" olarak tanımlıyorum ve alanı araştırmak için psikologları çağıyorum.
Genetik sınavı bir şekilde oldu. "Çıkmış"lar, biraz da slayt dinleme ile. Onkoloji ise , çıkmış sormamışlardı, ama zor soru da sormamışlardı (ilkokul günlükleri ayarında bir cümle ile karşılaştınız. Sakin olun. Tabi ki doğru yerdesiniz) . Slaytların tamamına bakmamıştım. Baksam da o resimlerden bir şey çıkartma ihtimalim, gergedan dışkısı çıkarma ihtimalim ile aynıdır. "Çıkmış"ların çoğunu çözdüm , ama hiç soru yoktu onlardan. Sınavdan çıkıp ufak bir kamuoyu araştırması yaptığımda, umduğum kadar da kötü geçmemişti sınavım. Eh, sevindim.
Çıkışta da iki arkadaş ile sinemaya gittik. The Flight. Güzeldi. Değişiklik oldu, iyiydi.
Eve geldiğimde , gergedanlar ve beyaz atlı prenslerin 3. dünya savaşından* çıkmışcasına dağılan bir oda bekliyordu beni. Kapıyı kapayıp kendisini görmezden geldim ve Sihirli Annem efekti ile düzelmesini umut ettim aslında. Baktım olmayacak böyle, kendim halletim. Masamın muhtevası içerisinde hala savaştan kalma şarapnel parçaları var, ama onları da zamanlar eriteceğim inşallah.
Ve şimdi de, bilgisayar karşısında, bitirmem gereken oyunlara bir bakacağım. Uyuşmanın vakti geldi. Hava daha mı karanlık dünden ne dersin Enes? Enes?
*Gergedanlar ve beyaz atlı prenslerin 3.Dünya Savaşı, önceki 2'sinin nerede yapıldığı bilinmemekle birlikte, herhangi bir tarafın üstünlüğü ile sonuçlanmamıştır. İki tarafın, MeneS'in odasında kalan son temiz bölgeler üzerinde hak iddia etmesi ve MeneS'in bu konuda herhangi bir şey yapmaması sebebi ile savaş patlak vermişti. Gergedanların ilk günlerdeki üstünlüğü, ellerindeki envai çeşit kabloyu masaya atması ile ortaya çıkmıştı. Bu hamleye hemen yanıt vermek isteyen Prens tarafı ise , büyük topları (temiz çamaşırları) sahneye çıkararak, yatak üzerinde kaybedilmesi olanaksız hakimiyetlerini ilan etmişlerdi. Sandalye ve odanın ortasındaki boşluk için yapılan çarpışmada ise iki taraf da çok ağır kayıplar vermişti. Çarpışma uzadıkça, ortamda peydahlanan anlamsız -ve nedense çizgisiz- kağıt parçaları ve slaytlar savaş alanını doldurmuştu. Akabinde akşam sularında MeneS'in odaya girmesi ile karşılıklı olarak durdurulan savaş, daha fazla can kaybı olmadan bitmiştir. İki taraf da normal şartlar altında savaşı kazandıklarına inanmaktaydı.
-Görmeyeli değişen ne var burada bakalım?
-Sen gelmeyeli değişen neler olmadı ki MeneS'im.
-Ayrıca çok hızlı giriş yaptım değil mi?
-Evet çok hızlıydı. Beni suç üstü yakaladın. Uyuyordum. Utanmadan bunu bir de sana söylüyor olmam, pişkinliğimin zirvesine kamp kurmuş olduğumu gösteriyor.
-Ben bir şey yazmak istemiyorum aslında, ama bir şeyler de yazmak istiyorum.
-Delisin sen.
-Evet, onu düşünüyorum günler, belki haftalardır. Karen Horney'in kitabını okuyorum demiştim en son, belki dememişimdir. Yok yok, demiştim hatırladım şimdi. Bol bol makale içeren kitap, "kendinize tanı koyun, hayatınızı yoluna koyun" şeklinde bir kitap. Ama okudukça kendimi görüyorum kitapta. Kendi düşüncelerimi görüyorum. Bende neden nevroz olmasın ki? Benim nevroz olan insanlardan farkım ne?
-Yok gibi duruyor aslında dışarıdan bakınca. Bunu sana söyleyince de bozulmayacağını biliyorum aslında. Sana deli denmesi çok hoşuna gidiyor değil mi ya da "çatlak".
-Ouv evet! "Çatlak" kelimesine çok bayılıyorum nedense.
-Delisin çünkü.
-Muhtemelen.
-Ne yapacaksın?
-Ne yapmayacağım?
-Neden?
-Nevrozlar öyle yaparmış =P
-Çabuk benimsemişsin bakalım.
-Bakacağım bir ara çaresine. Yine Merve'nin kalbini çat çut kırıyorum.
-Neden?
-Nevrozlar öyle yaparmış.
-Atıyorsun.
-Ölüyorum.
-Hadi hadi sen de. Neler yaptın geçen haftalarda anlat bakalım.
-Ona ayrı yazı konusu yapacağım.
-E o zaman havadan sudan konuşalım. Havalar soğudu değil mi?
-Sen hissedebiliyor musun ki?
-Google diye bir şey var. Oraya yazıyorum, çıkıyor MeneS efendi.
-Doğru tabi.
-Peki bu yazıyı çok güzel bir şekilde bitireyim mi MeneS?
-Bitir.
-"Peki MeneS, /duraklama/ sen hissedebiliyor musun?"
-Güzel oldu.
-Vurucu.
-Haklısın vallahi.
-Sen gelmeyeli değişen neler olmadı ki MeneS'im.
-Ayrıca çok hızlı giriş yaptım değil mi?
-Evet çok hızlıydı. Beni suç üstü yakaladın. Uyuyordum. Utanmadan bunu bir de sana söylüyor olmam, pişkinliğimin zirvesine kamp kurmuş olduğumu gösteriyor.
-Ben bir şey yazmak istemiyorum aslında, ama bir şeyler de yazmak istiyorum.
-Delisin sen.
-Evet, onu düşünüyorum günler, belki haftalardır. Karen Horney'in kitabını okuyorum demiştim en son, belki dememişimdir. Yok yok, demiştim hatırladım şimdi. Bol bol makale içeren kitap, "kendinize tanı koyun, hayatınızı yoluna koyun" şeklinde bir kitap. Ama okudukça kendimi görüyorum kitapta. Kendi düşüncelerimi görüyorum. Bende neden nevroz olmasın ki? Benim nevroz olan insanlardan farkım ne?
-Yok gibi duruyor aslında dışarıdan bakınca. Bunu sana söyleyince de bozulmayacağını biliyorum aslında. Sana deli denmesi çok hoşuna gidiyor değil mi ya da "çatlak".
-Ouv evet! "Çatlak" kelimesine çok bayılıyorum nedense.
-Delisin çünkü.
-Muhtemelen.
-Ne yapacaksın?
-Ne yapmayacağım?
-Neden?
-Nevrozlar öyle yaparmış =P
-Çabuk benimsemişsin bakalım.
-Bakacağım bir ara çaresine. Yine Merve'nin kalbini çat çut kırıyorum.
-Neden?
-Nevrozlar öyle yaparmış.
-Atıyorsun.
-Ölüyorum.
-Hadi hadi sen de. Neler yaptın geçen haftalarda anlat bakalım.
-Ona ayrı yazı konusu yapacağım.
-E o zaman havadan sudan konuşalım. Havalar soğudu değil mi?
-Sen hissedebiliyor musun ki?
-Google diye bir şey var. Oraya yazıyorum, çıkıyor MeneS efendi.
-Doğru tabi.
-Peki bu yazıyı çok güzel bir şekilde bitireyim mi MeneS?
-Bitir.
-"Peki MeneS, /duraklama/ sen hissedebiliyor musun?"
-Güzel oldu.
-Vurucu.
-Haklısın vallahi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)