Cumartesi gününün kasvetli gün ışığı altında, çalıştığım kütüphaneden çıkarak Gülhane'ye doğru ilerledim. Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi'nin merdivenlerinden usul usul inerken cebimdeki "dal"ı yokladım. Ben ne zaman bu hale düşmüştüm? Ne zaman bağımlı olmuştum... Bilmiyorum. Çok uzun zaman geçti belki de, hatırlamıyorum ilki ne zamandı. Yemek yememeye karar verdim. Aç karna kullandıktan sonraki karın ağrısı çok hoşuma gidiyordu çünkü.
Yanına geldiğim fıskiyeli havuz, beni tahrik edercesine sessizliğe bürünürken, bana koynunu açan bir banka usulca sokuldum. Beni saran sert tahtaları, davetkar koynunun reddedilemezliği kadar sertti. Umursamadım. Tek istediğim cebimdeki "dal"dı. Elimi cebime attım. Bir bağımlının yoksunluk krizindeki parmakları gibi titreyen parmaklarım, istediğine ulaştığında duruldu bir an... Neden? Dalı kavradım ve cebimden çıkardım. Pakedinden çıkardım... Her geçen saniye iradem kendini basit bir maddeye teslim ederken hüzünlüydüm. Fıskiyeler, gözyaşları görevini gördü Gülhane'nin. Tüm park bana ağladı. Kimse duymadı bu yakarışı, kimse farketmedi. Herkes gözyaşları önünde fotoğraf çektirmekteydi çünkü. Zamanı gelmlişti. Dal'ı ağzıma götürdüm.
Önce tanımlayamadığım bir tükrük salgısı artışı. Ardından gelen bir tat patlamasını haber veren alarm çanları... Glikozun kaybedeceğini bilerek amilazla girdiği savaş. Girdiği her oyukta enzime teslim oluşu... Bir çatışma. Hayır! Savaş bu... Bu... Bu muzlu lollipop! Allah'ın insanlara bir lütfu... Günah olacak kadar zevkli, bir haram kadar kolay ulaşılabilir... Tek yapılması gereken pakedini açmak. Sonra dünyadaki tüm dertlere elveda... Hele bir de tutti frutti var... Mavi mavi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder