28 Aralık 2015 Pazartesi

  Ağrı'da görev yaptığım doktor arkadaşlarım ile nöbetteyken, her nasılsa konu "sıkıntı paylaşma"ya geldi. Kadıköy Anadolu Lisesi'nden olan arkadaş, ailesine yönelik olan sıkıntısını paylaştıktan sonra, gülücükler içerisinde bana geldi paylaşma sırası. Paylaşan insanla paylaşmak gerekir diye düşündüğümden ben de kendi büyük sıkıntımı açtım onlara. İkisinin de hayat görüşüne ve akıllarına güvendiğimden içim daha da rahattı. Gülüşmeler ile başlayan konuşma, gözyaşı ve biraz karamsarlık ile odaya sıkıntılı bir hava verdi. Tesadüfe bak ki, kaybettiğim ev arkadaşımla, şimdi beraber çalıştığım arkadaşım tanışıyormuş. Görüş ve duygu alışverisinde bulunduktan sonra, hayata yönelik genel tavsiyelerini aldım onların. Pek fayda edindiğimi söyleyebilirim.
  Peki neden anlatıyorum bunu? Şu yüzden, çalıştığım onca gün içerisinden nedense dün paylaştım özel hayatımı onlarla. Ve yine aynı gün, ambulans ile gittiğimiz evde ekibimdeki paramedik hastaya gerekli müdahaleyi yaparken, gözüme bir bebek ilişti. Yer minderleri, soba ve bir televizyondan ibaret olan modern bir köy evinin zemininde sessizce yatıyordu sırt üstü. Kıvırcık sarı saçları, bölge insanının karasıyla tezattı resmen. Bebeği korkutmamaya dikkat ederek aldım kucağıma, 1 yaşındaki ufacık bedeni ve etrafındaki dünyayı anlamlandırmaya çalışan, henüz gerekli gereksiz anılarla dolmamış zihnini yansıtan kocaman gözleri bana şaşkınlık içerisinde baktı. Şaşırdığım şeyse şu oldu, ben sevmem bebekleri ve ne de güzel ki bebekler de aynı duyguyu benim için besler. Genelde sevmezler beni. Evde görünce yolu değiştirir, yanına yaklaşınca ağlar filan. Annesinin söylediğine göre de gözlükleri çok seviyormuş, belki de bu yüzdendir bilmiyorum. Gözlüğümü eline aldıktan sonra da bana bakıp gülümsedi küçücük ağzıyla kocaman yanaklarında kırışıklıklar yaratarak. Kucağımda oradan oraya taşıdığım müdahale süresi boyunca. O da bana gülümsedi, ne yaptıysam karşılık verdi. Paramediğin çantasına alıp kaçırasım geldi çocuğu, o kadar sevdirdi kendini bana. Gayri ihtiyari adını sordum dedesine, ismini söylediğimde ürperdi tüylerim. Çünkü vefat eden arkadaşımla aynıydı adı.
  Kendime ufak bir söz verdim, yüreğimde kalan son üzüntüleri de silkelemeye çalışıp yoluma devam etmeye çalıştığım şu güzel Ağrı günlerinde, ne zaman onun adını duysam, aklıma o bebeği getireceğim artık.
  Bunlar da o güzel arkadaşlarım. Soldaki dünyalar güzeli, galaksinin nuru dikkatleri üzerine çekmiştir tabi ki. O benim ehuah

21 Aralık 2015 Pazartesi

Küçük İtiraf

  Frankenstein adlı kitapta, ben yaratığın adının Frankenstein olduğunu zannediyordum kitabı elime alana kadar. Nedense aklıma eski Looney Tunes çizgi filmlerindeki üzgün yaratık geliyor. Okuduğum ve öğrendiğim kadarıyla yaratık gayet üzgün, ama pek masum değil.
  Dracula ve Frankenstein'i okudum bitirdim bir güzel. İkisinin de mektuplardan ibaret olması, ikisinin de korku-gerilim türünde olması, ikisinin de bir anlamda klasik olması ve ikisini de benim okumuş olmam sayılacak ortak özelliklerden bir kaçı. Özellikle Dracula'da, yavaş yavaş inşa edilen gerilim, başarılı anlatım ve kurgu ile daha da güçleniyor. Herkese tavsiye ederim.

16 Aralık 2015 Çarşamba

  Tekrar Ağrı'dayım. Buz gibi soğuğun ciğerlerime çarpması ile kendini hatırlattı sevgili şehrim. Burnumdan giren havanın, trakede öttürdüğü soğuk borazanı hissetmemek elde değil zaten. Hoş, benim oturduğum yer olan Çekmeköy'de de, hava gayet soğuk oluyor. Hatta bazı sabahları Ağrı'dan bile soğuk olduğunu söyleyebilirim. İtiraz olarak, geçmiş bütün bir yılın İstanbul - Ağrı hava durumu karşılaştırması çıkarılıp haksız olduğum kanıtlanabilir, ama yine de gerek yok böyle bir şeye. Hani bazen sevdiğiniz, saydığınız insan yanlış bir şey söyler de düzeltemezsiniz ya, öyle yapın işte. Gerçi ben yapmıyorum. Konu saptı.
  Dönüş yolculuğunda yüce Allah'ın bir lütfü olarak oturduğum 3'lü sıra bomboştu. Kendi başıma 3 koltuğu satın alıp, yalnız oturmak için kullanmışım gibi hissettim. Bol bol da kitap okudum. 210 sayfa civarlarında. Drakula'yı bitirmek istiyorum artık. Drakula bittikten sonra da başka kitaplar bekliyor.
  Nerde kalmıştım? Heh, Ağrı. Burası soğuk.
  Yalnız yolculuk etmek de keyifli. Böylesi güzel.

11 Aralık 2015 Cuma

Nobel

  Nobel ödülü alan Aziz Sancar'ın hakkında yapılan haberlere bakarak, yine içi boş milliyetçilik ve sahip çıkma duygusunu görüyoruz. Kendi rezilliğimizi bir haltmış gibi süsleye püsleye sunuyoruz. Kendisine gerekli akademik ortamı sağlayamadığımız bir insan, Amerika'ya gitmiş. Orada yaptığı çalışmalar neticesinde de Nobel ödülü almış. Ne bir Türkiye'li, ne de bir İstanbul Üniversite'li olarak, bunda gurur duyulacak bir şey göremiyorum. "Bakın ne kadar güzel yurtdışına beyingöçü veriyoruz!" diye reklam yapıyoruz kocaman kocaman TV'lerde, anlayamıyorum.
  Yine internette rastladığım bir resim var, Aziz Sancar'ın resmi, kıravatında Osmanlı tuğrası, ceketinde Atatürk ve Türk bayrağı rozetleri. Resimde büyük bir gururla yazıyor ki "AZİZ SANCAR NOBEL TORENİNE BU KIYAFETLE GİTTİ!". Aslında basiretlerimize çekilen kırmızı çizgiler, burada kıravat ve rozetleri göstermek üzere kullanılıyor. Aziz Sancar'ın saygı gösterdiği herhangi bir değere bir şey demiyorum, ama sıkıntı bizde. Neden mi? Hala dışa bakıyoruz, hala kıyafete bakıyoruz, bununla gurur duyacak kadar alçalmışız, ama farkında değiliz. Ödülün yılların emeğine ve bunun arkasında zihne verildiğini görmemekte ısrar ediyoruz, çünkü gerçekler çok acı. Üzücü.

Güncelleme

 - Öncelikle TUS. Puan beklediğimden düşük geldi, ÖSYM soru iptal etme konusunda killing spree'ye girince 11 soru iptal oldu. 240 soruluk sınavın 11 sorusunun yanlış olması hangi akla hizmet kabul edilebilir bir şey bilmiyorum ama , güzel ülkem işte. Moralimi çok bozan bir sonuç oldu, çünkü o sorular herkes için doğru kabul edildi. 8 tanesine itiraz yoktu, ÖSYM iptal etti nedense. 3 soruyu anlarım, geri kalan 8, herkese 8 net eklenmesi demek oldu. Bu da benim gibi "vasat" ve "iyi" arasındaki öğrencileri zora soktu. Bilmiyorum nolacak, İstanbul'da psikiyatri gelmezse, tekrar çalışacağım. Kabullendim artık. Emeğimizi emanet ettiğimiz ÖSYM'de, bu saygısızlıkta kimin payı varsa hakkımı helal etmiyorum. İptal edilen sorular ile sınav içinde de uğraşıyoruz sonuç olarak, nereden tutsanız elinizde kalıyor. Çok üzücü.
 - Yaklaşık 3 aydır Ağrı Ambulans Komuta Merkezi'inde mecburi hizmet yapıyorum. Ambulans doktoruyum. Sonuç beklemenin bıkkınlığı içerisinde çok sevdim bu şehri. Nesini sevdim peki? Aslında hiçbir şeyini, çünkü sevilecek bir yanı yok ehuah. Herhalde başka bir şehirde, başka bir kültürle haşır neşir olmak, kendi başıma yaşamak hoşuma giden taraf. Hele bir de nöbet tuttuğunuz ekip iyiyse, tadından yenmiyor nöbet. Her nöbet 24 saat sürüyor, sabah 9 akşam 9 şeklinde. Kimisi gerekli, kimisi gereksiz 6-10 arası vakaya çıkıyoruz ekipçe. Gerçekten yardıma ihtiyacı olan insanları taşıyıp, stabil hale getirip ya da olay yerinde müdahale edip rahatlattığım zaman anlıyorum ne kadar kıymetli bir hizmet olduğunu.
  Evlilik yolunda ilerleyen birisiyim, evlilik de hiç sevmediğim bir şey. "E o zaman neden evleniyorsun ki?" gündeme gelir o zaman mecliste (hangi meclis?), cevabım da "hayatta her şeyin basit bir açıklaması yoktur" olur. Neyse işte, Ağrı'yı o yüzden de sevmiş olabilirim. Bekar hayatı yaşıyorum. Bekar hayatı dediysem de full seks, rock'n'roll ve lahmacun değil. Napacağım lan ben, anca eve gidip oyun oynayıp kitap okuyorum.
 - Steam indirimlerinden kaptıklarımı oynadım bu aralar bir güzel. Uzun zamandan beri yeni oyun oynamayan bünyeme çok iyi geldi. Oynadıklarımı yakın zamanda yazarım.

1 Aralık 2015 Salı

  Bir türlü okuyamadığım Dracula'nın önüne , hala çeşitli kitapları yerleştiriyorum.
  Şimdi, efendim, Mass Effect'in kitaplarını gördüm geçende. Uzun zamandan bari tarih ve din içerikli kitap okumaya çalıştığımdan dolayı, dayanamadım 3 kitaptan ikisini aldım. 3'ünü almadım. Neden? "Ya beğenmezsem" diye. Ama neden 2'sini aldım, onu bilmiyorum. Sanırım kendi kendimle bir şekilde pazarlık ettim ve sonuç bu oldu. Peki okumanın sonucu neydi? Oyunlarından dolayı evrenine aşina olduğum bir evreni daha iyi anlamaya yardım etti ilk kitap, "Keşif". Gerek karakterler, gerekse de ırkların arkaplanını görmeye de yardım etti. Zaten amacım, diğer kitapları da bitirip tekrar Mass Effect'in oyunlarını oynamak. Sonu dandik olsa da, o yolculuğa değer. Çünkü başka alternatif yok şu anda ne yazık ki =(
  Öteki kitap, Jose Saramago'dan Kabil. Bu beyefendi, düşünceleri ve yazdıkları nedeni ile Portekiz tarafından sansür yemiş. Tabi ki sansürlenen kitaplar ve yazarlar ne yapılmalı, hemen alınıp okunmalı. Eğer "yüksek" kademelerden birileri, bir bilgiye ulaşmamızı istemiyorsa, hemen ulaşılmalı o bilgiye. 25 yaşındaki bir gençten bu muhteşem hayat dersinden sonra, kitaba döneyim. Kitapta Kabil, Habil'i öldürdükten sonra dini olayların içinde ve etrafında geziyor, bu sırada da yazar -kendince- tanrı'ya laf koyuyor. Kutsal metinlerdeki olayları ti'ye alıyor. Eğer din hakkında birazcık okumamış, bir şeyler öğrenmeye gayret etmemiş olsaydım, bu "laf koymalar" zoruma giderdi açıkçası. Ama şimdi bakıp gülüyorum sadece, biraz da üzülerek. Örnek vereyim mesela, Kabil, Habil'i öldürdükten sonra tanrı ile konuşuyor. Tanrı O'nu cezalandıracağını söyleyince de Kabil; "Ama beni durdurabilirdin, hepsini gördün, beni neden durdurmadın?" itirazını ediyor. Kendi özgür iradesinin tercihinden sıyrılıyor, bu yüzden tanrıyı suçluyor. Daha insanlığın yaradılışından gelen "kadercilik" anlayışının tatlı bir örneğini gösteriyor güzelce. "Benim düşündüğüm, inandığım şeylerle alay eden kitaplara ve insanlara tahammül edebilirim" diyorsanız ve inanıyorsanız, güzel bir kitap. Kısa, 1 günde bitiyor.