24 Temmuz 2017 Pazartesi

Kırmızı


  Bugün, hayatımdaki küçük, ama bir türlü gerçekleştirmediğim hedeflerden birisi olan, "Maltepe-Kartal sahilde bisiklet sürmek"i gerçekleştirdim. Millet dünyayı gezmek ister, gerek yok. Biraz huzur, arayan için pek yakın yerlerde. Macera aramıyorum ben zaten. Can yoldaşım olan ve popomu acıttığından mütevellit sevgimizin karşılıklı olmadığına inandığım bisiklet ile, Küçükyalı civarlarından, Fenerbahçeye kadar sürdüm bisikleti. Bir ara müzik mi dinlesem dedim, sonra deniz havası, kokusu ve sesinin zihnime temasının önüne geçmek istemedim. Müzik bile bir duygu uyandırıyor sonuçta -eskisiyle,yenisiyle-, ama duygu da olsun istemedim zihnimde. Bomboş olsun istedim. Kaygılarımı bir bir tümseklerde bıraktım, dalgalar olmasa bile, kalabalıktaki insanlar ezmiştir herhalde onları. Fenerbahçe'den geriye dönerken bulamadım çünkü onları. Belki ben de geçtim üzerlerinden, bilmiyorum.
  Fenerbahçe'deki parkta köşeye çektim, örtümün üstüne oturdum. Witcher : Son Dilek'ten bir parça okudum.
  15-16 km'lik bir sürüş oldu. Haftada bir iki kere oturduğum yerde sürüşler yaptığım için çok yorucu olmadı. Hem bisiklet yolunun varlığından, hem de yolun genel olarak engebesiz oluşu sürüşü daha keyifli hale getirdi.
  Ha, arabamı çok sevdiğimi de söylemiş miydim? Yoksa bisikletim ile aynı renk miymiş? Vay be.

Post Depresyon Kitap Dönemi


  K1 servisine geçişimden bahsetmiştim, bu geçişin benim duygudurumum üzerindeki etkisinden de kısaca. Mutluluk/doyum ihtiyacımı işte karşılayınca, eve dönünce bilgisayardan başka şeylerle de ilgilenmem arttı. Öncelikle çok sevgili kitaplarıma hızlı bir geri dönüş yaptım. Aylardır okuyamadığımdan yakınıyordum, bir türlü ilerleyemediğimi Giovanni Pannini'den Gog'u bir köşeye attım. Çünkü gerçekten çok kötü bir kitap. Niye okumakta o kadar ısrarcı olduysam... Ben de hayaldünyamı -eskisi gibi- genişletecek ve beni gerçek dünyadan biraz olsun uzaklaştıracak -mutlu da olsam, herkesin kaçacak bir yeri her zaman olmalı- bilimkurgulara yöneldim. İyi ki de yaptım. Öncesinde Hakan Günday'dan Daha ile, gerçeğin tatsız -tadı varsa da ekşi ya da acı!- yüzü ile bir tokatlandıktan sonra, zincirleri koparma vakti geldi.
 Öncesinde, itina ile yaratılmış, bir ananenin torununa ördüğü kazak gibi ince dokunuşlarla şekillenmiş, bir çok ayrıntısı düşünülmüş -yaratıcı olup olmadığı tartışılabilir- Mass Effect evreninin, okumadığım kitaplarını 4. ve 3.sini okudum. 1, 2, 4 ve 3 gibi başarılı bir okuma sırası oldu böylece (bir ara Harry Potter'i tersten okumak gibi bir niyetim vardı ehe). Kitaplar edebi olarak pek bir şey içermiyor tabi, ama Mass Effect evrenini biraz olsun solumak çok keyifli. Zaten birazcık soluduktan sonra," lan demek ki bu böyleymiş, şunlar bu yüzden böyle davranıyormuş" diyerek, evren hakkında genel olarak bilgi sahibi olup ilk kitabı okuduktan sonra, kitap-oyun sırası dinlemeyip oyunların 3ünü de ipe dizerek bitirmem de, evren hakkında biraz bilgi olunca işin ne kadar keyifli olabildiğini gösteriyor. Her ne kadar oyunlar, evrenin geçmişi hakkında bilgiler içerse de, bu geçmişi bir hikaye içine işlenmiş şekilde doğal yoldan öğrenmek çok daha keyifli oluyor.
  Sonrasında, bilimkurgu kitapları yumurtlayan İtahki Yayınevleri'nin bir nöbet çıkışı, hipomanide iken aldığım Su Adamı, Tanrı Olmak Zor iş, Ay Zalim Bir Sevgilidir geldi. Su Adamı, vasat diyebileceğim bir kitap. Bilimkurgu diyemedim pek, fantastik diyebilirim. Daha iyi değerlendirilebilecek bir altyapısı olduğunu düşünüyorum. Ama ana hikayeye girene kadar farklı karakterler arasındaki geçişler hoşuma gitti. Kitap, su altında gidiyormuş hissini de gerçekten veriyor.
  Tanrı Olmak Zor İş de, Strugatskiy kardeşlerin yazdığı, okuduğum önceki kitaplarına göre daha elle tutulur bir hikayesi olan kitap. Bizden daha az gelişmiş bir medeniyete sahip gezegene gönderilen araştırmacılardan birini anlatıyor roman. Araştırma süreci-biçimi, bizim toplumumuzun o toplum hakkında düşündükleri, iki kültür-teknoloji arasındaki daha geniş çapta etkileşim, bu toplumun keşif süreci vb bir çok konu hakkında az bahsediliyor. Ben işin teknik arkaplanı daha çok olsun isterdim. Ama kitap, onun yerine bir araştırmacının yaşadığı psikolojik değişimi-bunalımı üzerinden, toplumsal değişim, yönetim-iktidar değişimi, zorbalık, sürecine ışık tutmuş, eleştirmiş. Velhasıl kelam, güzel kitap.
  Ay Zalim Bir Sevgilidir, Yıldız Gemisi Askerleri'nin yazarından, Heinlein. Yıldız Gemisi Askerlerini bu kadar özel veya bilindik yapan nedir, sebebini anlayamadım. Çünkü kitabı hiç sevemedim. Gayret de ettim sevmek için, ama yapamadım. Oyungezer'de tanıtımını okuduğum Ay Zalim Bir Sevgilidir ise, daha baştan konusu ile ilgimi çekmişti, yazarından bağımsız olarak. Suçlu, uyumsuz insanların Ay'a gönderildiği 2070 yılı civarlarında, Luna City'de yaşananları anlatıyor kitap. Her nasılsa içinde, mizah duygusu geliştirmeye çalışan yapay zekaya sahip bir robot, ana erkil olmasa da kadınların kıymetli olduğu ve saygı gördüğü bir toplum, çoklu karılı-kocalı aileler, ay mancınığı ve bir devrim hikayesi yer alıyor. Okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Güzel Günler

  K1 servisine geçtiğimden beri, A1 servisinde ne kadar yoğun ve yorucu bir iş yükü altında olduğumu anlamış oldum. Geriatri/ek hastalık servisine dönüşmüş olan A1 servisinin, elimizde olmayan imkanlar, zor hastalar, ek hastalıklar yormadı beni. Tamamen işlevsiz bir şekilde çalışan servis düzeni... Anlatayım,
  Servis 3 kattan (-1, 0 ve 1.kat (zemin kata 1 demek geliyor içimden, ama o zaman "-1"e ne diyebilirdim? Aklımda deli sorular..)) oluşuyor, bir de bahçesi var. Bahçe E servisi ile ortak, dolayısı ile bir hasta, E servisinin bahçesine de gidebiliyor, hatta isterse sıkıntı çıkmadığı sürece E servisinin içerisinde bile olabilir. Hatta orada uyumuş bile olabilir, kim bilebilir ki! Benim çalıştığım asistan odası 1.katın bir köşesindeydi. Mesela bir hasta mı bulmak istiyorum, E servisinde bahçeye çıkıp seslenmem yetiyordu, hasta bir şekilde bana ulaşıyordu, diğer hastalar ve çalışanların yardımı ile. Çünkü borazan gibi sesimle (güzel olup olmadığı tartışmaya açık, ama desibeli değil) bağırdım mı, eğer hasta ve/veya çevresindeki herkes yoğun hallusinatuar yaşantı içerisinde değilse beni duyar. A servisinde ise sinir bozucu bir şekilde işler şu şekilde yürüyor :
 1. Hastanın adını sesleniyorum odamdaki, bahçenin dar alanını gören pencerelerden ,tüm bahçe alanının 1/7 sini görüyordur herhalde -hiç ölçmedim tabi-, 1/4'üne de sesim gidiyordur -ses mühendisi değilim, ama aksi iddiası olan varsa ses mühendisi tutabilir. Giriş iznini ben ayarlarım-. Ses yok hastadan.
 2. 1.katın koridorunda sesleniyorum. Eğer hastayı duyan gören olursa yönlendiriyor beni, "Hocam alt katta olabilir, X yerde olabilir" diyerek.
 3. 0'da sesleniyorum, -1'de sesleniyorum. Ses yok.
 4. Bahçeye çıkıyorum. Orada sesleniyorum. Güvenlik görevlisi / personel yardımcı oluyor bir noktadan sonra. "Hocam biz bulunca yönlendiririz size" diyorlar.
 5. Biraz daha emek sarfedip, 1.kattaki odaya çıkıyorum ve beklemeye çalışıyorum. Arada başka iş halletmiyorum ki, yarıda kalmasın diye. Ama gelecek olan hastanın kaç dakika içinde geleceği belli değil. Bazen 15 dakika sürüyor hastanın gelmesi. Kafamda bir şey varken, başka bir şeye başlayamıyorum zaten.
 6. Şansım varsa hasta geliyor ve görüşüyorum onunla.
 Şimdi, buraya kadar bir sorun yok. "Şımarık asistan, 1 hasta bulamıyor diye söyleniyor" diyenleri, dikkatlerini sürdürmek üzere prefrontal kortekse abanmalarını öneriyorum. Mesela hasta bulmaksa bulunur, ama bunu serviste takip ettiğim 10-14 arası hasta için yapıyorsam, benim sinirlerim tavan yapıyor. Zamanı, emeği, enerjiyi ziyan etmek. Zaten normal durumda ek işleri çok olan hastalar bunlar, sadece görüşmesi için bile çırpınıp durmak, bunu her gün yaşamak, dar olan zamanı, lüzumsuz bir şey için harcamak... Sonuç mu? Daha az psikiyatrik görüşme yapılan hastalar. Çok geç farkına vardım, kabullenmesi daha kolay olacaktı bunu. Devletin, kurumun bana vermediği imkandan dolayı ben kendimi kötü hissetmemeliyim.
  İşlevsellikteki bir diğer sorun, 1.kattaki odada bir yazıcı yok. Şimdi, -tekrardan- çok basit bir sorunmuş gibi geliyor bu. "Şımarık asistan, yazıcısı yok diye söyleniyor" diyenleri, prefrontale biraz daha tutunmaya davet ediyorum. Beraber çalıştığım uzman, düzen olması açısından hasta listesi istiyor, haftada 1-2 kere de güncellenmesini. O kadar hasta takip ederken mantıklı aslında, ben olsam kendim defter tutmayı tercih ederdim, kişisel tercih. Bu listenin yanında, hastanın eski epikrizi, tahlil sonuçları ya da diğer gerekli bazı şeyleri dosyaya koymak üzere çıkarmak istiyor insan ve saydığım bu iş de yine hasta sayısı ile çarpılacak.
  1.Hasta listesi çıkartacağım, sistemden güzelce düzenliyorum. Sonra yazdır butonuna basıyorum, bana 2 kopya ver diye.
  2.Sonra ALT KATTAKİ sekreter odasına gidiyorum, yazıcıdan kendi bastığım kağıtların çıkmadığını görüyorum.
  3.Sonra tekrar ÜST KATTAKİ odama çıkıyorum ve tekrardan bastırıyorum.
  4. ALT KATTAKİ odaya iniyorum ki bakıyorum, yazdırdıklarımdan yalnızca bir kopyası basılmış.
  5A: Böyle işin, böyle servisin a*ına koyayım deyip uzmana liste verip kendime sonradan çıkarıyorum.
  5B:Kendime bir kopya daha çıkarıyorum.
  6. "Never forget a leg day" özlü sözünü sadece bilmiyorum, yaşıyorum.
  Bu süreç sadece hasta listesi için değil, çıkarılebilecek her türlü kağıt parçası için geçerli. Hasta için konsultasyon istedim, dış merkeze konsültasyon için göndereceğim (dış merkezi arayıp onay alıyorum, sonra ambulans için gerekli 4 belgeyi hazırlıyorum -DAHA FAZLA KAĞIT!!!-, sonra ambulans ayarlıyor olduğumu da yazıyorum buraya) hastanın laboratuvar sonuçlarını alana kadar tansiyonum tavan yapıyor.
  Bu ve bunun gibi ufak şeyler aslında sinir bozucu değil, ama Allah'ın HER GÜNÜ, bunları DEFALARCA yaşamak ve bunların ufacık masraflarla ÇÖZÜLEBİLECEK şeyler olması moral bozucu. Asistan odasına yazıcı istedik, vermediler gereksiz görüp. AMATEM'de yatan, madde bırakmayacağı geçmişinden, tipinden belli olan, serviste yatarken bile olay çıkaran -hasta diyemeyeceğim- afedersiniz şerefsizin idrarında tetkik yapmak için her seferinde 300 lira masraf yaparken, asistan odasına bir seferlik 300 lira masraf ile yazıcı alınmadı. Çünkü gereksiz. Servise hasta çağırılması için mikrofon-hoparlör gibi bir sistem kurulamaz, çünkü gereksiz. Çünkü öteki türlü zaten işliyor sistem. Oysa ki sistem daha işlevsel hale gelse... Bir endüstri mühendisi sokmak istiyorum servise, sistemleri işlevsel hale getirmek onların görevi miydi? Halimize ağlar mıydı, güler miydi bilmiyorum.
  Yazdıkça yazarım, ama gereği yok. Bunların hepsi eninde sonunda hastalarıma yansıdı ne yazık ki. Kimisine gereksiz yere kızdım, kimisine daha az zaman ayırabildim. Ama dediğim gibi, kendimi suçlu hissetmiyorum artık, devletin/kurumun bana verdiği imkanlar dahilinde olan şeyler. Kurum/sistem de benden eskiden yaptığımı istemiyor muydu zaten "İlgilenemedim hasta ile, az ilgilendim, kötü tedavi ettim" diye düşünmemi. Tuzağa düşmüşüm, haberim yok. Tıpkı acil servise gelip, doktorun çözemeyeceği bir mesele yüzünden doktora saldıran/çemkiren/söylenen tipler gibi.
  Şimdi K servisindeyim, devir aldığım hastalar ile birlikte 16-20 hastam var. Hepsine zaman ayırabiliyorum. Çalışıyorum, emek harcıyorum, ama bu emek hastaların iyileşmesi, hastaların zihin dünyasının anlaşılması üzerine. Etrafta sirk maymunu gibi koşup yazıcıdan kağıt çıktı mı diye bakmak ya da hasta aramak için değil. İşe mutlu gidiyorum, sabah erkenden. İşten yorgun, ama mutlu dönüyorum. Tatil mi? 5 gün yeter.


  Otopark halindeki aracını yalnız gören asistan, tembel olduğu için mi geç çıkar, yoksa hangi işleri yarına bırakacağına karar veremediği için mi, yoksa bu fotoğrafı çekip de "ben aslında çok çalışıyorum" demek için mi? Yoksa milletin yolda görüp yüzüne bakmadığı, ama aşık olduğu kırmızı dizel cliosunu göstermek için mi?  Göstermek içinse, kime? 4 yıl öncesine kadar maddiyat konusunda gösteriş yapmayı şiddetle reddeden MeneS, nasıl oldu da kırmızı dizel cliosunu vurgulayacak hale geldi? Kazandığı üç kuruş para mı bozdu onu? Babam böyle güzel pasta yapmayı nereden öğrendi?
  Bu arada arabanın bir ismi var , kendisi Macar.


 1 hafta öncesinde yağmur'dan nasibini alan İstanbul'dan, bir kare de tımarhaneden gelsin. Tabi ki benim bedbin zihnim, bu yağmuru şu şekilde yorumladı "Lan şu yağmur dün olsaydı da daha az hasta görseydim". Pazartesi günü tutulan acil nöbeti sonrası, İstanbul benim yerime ağlamış oldu. Onu da saydım hadi. Trafikte başkalarının sıkışmasını gördüğümde içimde huzursuz edici bir rahatlama oluyor zaten. Ben dün acilde yorulmuşum, diğerleri de yollarda yorulsundu şimdi. Kötü bir insan olduğumu söylemiş miydim?

14 Temmuz 2017 Cuma

Küçük Resimler

   Bir Cuma gününün sakinliğinde, Kadın servisine geçişimin dingin huzurunda, hastana daha fazla zaman ayırabildiğimin farkına vardığım anda çektim bunu. Psikiyatri asistanlığımın 11.ayında geçtiğim kadın servisinde mutlu ve huzurluyum. Yorulacağım günler elbet gelecek. Ama gelsinler. Önemi yok.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Küçük İtiraf

  Aslında pek küçük sayılmaz ama, kendi içime dönüp bakmaya korktuğumdan ne zaman yapacak bir şey bulamasam tarayıcıda "4" tuşuna basıp, çıkan otomatik doldurmadan "4chan"e giriyorum ve sürekli aşağı kayıp duruyorum. Sanki zaman öldürmek, kendi varlığıma yönelik kaygıyı giderecekmiş gibi.
  En azından bazen farkında olabiliyorum bu durumun.
  Bazen.

Küçük Resimler

 Küçük Resimler başlığı geldi aklıma. Gün içerisinde, günün benim için dikkat çeken veya o günü genel olarak temsil eden bir fotoğraf çekip kaydetmek.
 Mesela bu fotoğraf, 7.4.2017 (yani dün, eheh) tarihinden. Eşimin düğünü* için gittiğim Gaziantep'de, imdadıma yetişen, bana ev konforu ve mutluluğu veren 10 küsür yıllık can dostumun arabasından.
(*Eşimin arkadaşı)

Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar

  Sonunda aylardır okumaya çalıştığım "Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar"ı bitirebildim. Servis işi, başka işler, çökkün duygudurum derken arada kaynayıp giden sosyokültürel verimlilikten sonra düşünce içeriğinin sığlaşmasından sonra farkediyorum hep kitap okuma konusundaki eksikliğimi.
 Tom Robbins genel olarak okuması zor bir yazar olsa da, gülümseten ve zekice kurulmuş cümleler, bu cümleler ile yazarın yaptığı çılgın dans bu zorluğa değiyor. Bu kitabı çeviren arkadaş Nuray Yılmaz'a da insanlığa yaptığı bu katkıdan dolayı teşekkür ediyorum.
  "İnsanoğlunun icatları içinde en totaliter olanı helikopterdi. Barbarca, istilacı olduğundan, dikey manevra kabiliyetini -yükselme, alçalma, dolanıp durma ve fırıl fırıl dönme kabiliyetini- yaşamın hassas köşelerini haşin bir tarzda yağmalamak, insan mahremiyetinin son tatlı kırıntılarını farelere ve köpeklere serpmek için bir araç olarak kullanıyordu. Çeltik tarlalarındaki köylülerin, marihuana yetiştirdikleri küçük arazi parçalarındaki Humboldt hippilerinin, şehrin varoşlarındaki sokak partilerinin mutlu cümbüşçülerinin, otoyollardaki sürücülerin, ıssız plajlarda miskin miskin çıplak güneşlenenlerin hepsi avdı, otoriter sesleri ve başkalarının mahremiyetine diktikleri gözleriyle şu ağır makineli tüfekleri ve roketleri taşıyan kızgın helikopterler için oturan ördeklerdi. Pervanelerin sesi -cop cop cop cop cop!!- polis devleti potansiyelini simgelemeye ve mekanik olarak her özgürlükçünün kabusunun somutlaşmış hali olmaya başlamış bir helikopter için kesinlikle uygundu.
 En küçük pervaneli Cessna'dan en devasa yaratık Boeing'e kadar kanatlı her uçak romantik bir sanat eseriydi, çarpıcı bir heykel, karşı konulmaz cazibesi olan süzülen bir şey; ama bir helikopter... bir helikopter bir cadının havada durmasına sebep olduğu kaba eski bir ayakkabı kalıbı gibiydi. Külçe gibi ve inceliksiz, tıpkı tuhaf bir çocuğun ev yapımı fırıldağı koca bir bokun üzerine koyması gibiydi."
  Ey Dünya insanları, gevşeyin!

8 Nisan 2017 Cumartesi

  İlginç bir şekilde vardın. Ama emindim öldüğüne. O kadar emindim ki. Sen ölmüştün. Gömmüştüm seni, gömmüştük. Üzerine toprak atmıştım. Gözyaşımla sulamıştım hatta. Herkes bir kaç damla ile sulamıştı belki de. Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Ama vardın işte. Görmedim seni, duymadım da. Ama varlığını hissettim bir şekilde. İntihar ettin. Öldün. Ama şimdi hayattaydın işte. Öyle olduğunu biliyordum. Nasıl sevindim biliyor musun? Mutlu oldum. Sen gittikten sonra sadece 1 kez yaşadım mutlu olmayı ruhen. Ama ne önemi var ki? Ben hastaneye gidiyordum işte, senin var olduğunu biliyordum. Eve döndüğümde, var olduğunu biliyordum. Hep garip geldi. Ama alıştım. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Ama sonrasında kendimden korktum. Bir şey mi var bende diye. Çalıştığım eski serviste kıdemli bir asistan vardı. Konuşup bilgi paylaşacaktım onunla. Konuşamadım ama. Tam konuşacakken birden kalabalık sardı etrafımızı. Paylaşamadım.
  Gerçeği ne zaman tekrar hatırladım biliyor musun? Zihnim kendi dünyasından sıyrıldığında; sabah uyandığımda... Tıpkı öldüğün günkü gibi, varlığın ve yokluğun arasında sadece bir an vardı. Bir an önce vardın, sonrakinde yok. Ben uyurken vardın, uyandığımda yok. Sen varken ölüm yoktu, sen yokken ölüm var.  Kaç dakika tavana baktım bilmiyorum. Sonra kalkıp işe gittim. Ölümünün bilmem kaçıncı yıldönümünde senin o kurtarılebilecek gencecik canını düşündüm. Senden yaşlı olmanın getirdiği ağırlığı hissettim. Zamanla senden daha yaşlı olacak kız kardeşinin ağırlığını düşünemedim bile.
  Mutsuz olmak mı daha kötü, mutsuz ölmek mi, hiç bilemedim sen gittikten sonra.
  Gölgen gitti, ışığın kaldı canım arkadaşım benim

26 Ocak 2017 Perşembe



 Erenköy Ruh ve Sinir içerisindeki bir yolun yazı ve kışı arasındaki fark. Resmin tam kaliteli halini bulamadığım için yaptığım FB paylaşımından aldım. Kalitesi, yolunmuş ama üzerinde tüyleri kalmış tavuk ayarında.

Küçük Zafer

  Servisteki hastalarımın çoğunun gerçekle bağlantısı koptuğundan, antipsikotiklerle bu bağlantıyı tekrar kurmaya çalışıyoruz. Arada bir, paranoid olmayan ve erken taburcu olmak için yalan söylemeyeceğini bildiğiniz hastanız "Hocam hastaneye yatmadan önce insanlara bana bir şeyler yapacakmış gibi geliyordu. Şimdi kalmadı." deyince, küçük bir zafer elde etmiş oluyorsunuz. Psikiyatri için küçük, benim için orta büyüklükte, hasta için büyük bir adım.
 Fani hayatın, en güzel arabaların, en güzel kitapların, en büyük galaksilerin bile sonu var herkesin bildiği üzere. Her güzel şey, diyeceğim odur ki, bir yerde bitiyor. Ama korkmaya gerek yok. Çünkü MaviYogurt bitmeyecek!
  Yalnız kalmanın rahatlığı mıdır, yoksa hizmet üretiminden başka bir şey katmadığım çevremin bende oluşturduğu tatminsizlikten midir, ufak bir silkelenme yapma zamanı geldi yine tekrardan. Yeniden kitap okumaya ağırlık vererek başlıyorum hayatıma öncelikle. Özellikle psikiyatri için gereken geniş dağarcığa ve hayal gücüne sahip zihinden uzaklaşmaya başladım çünkü günlük uğraş içerisinde. Bilimsel merakım sönmedi, psikiyatrik ve nöropsikiyatrik teorik bilgilerin bende uyandırdığı merak ve heyecan hala devam etmekte. Ama günlük uğraşın getirdiği yorgunluğa teslim olmaya başladığımı farkettim. Hatta bu yorgunluğun kendilerinden sorumlu olduğum hastaların bakımına ve onlara olan ilgime de yansıdığını gördüm Kİ kendim için sıkıcı olmaktan çıkıp, başkaları için tehlikeli bir durum olmaya başladığının göstergesi ve alarm çanlarının çalması gereken bir konumda olduğumu bana hatırlatan bir şey oldu bu. Sonuç, buradayım ve yeniden, -hizmet dışında- bir şeyler üretme ya da kendime faydası olacak bir şeyler tüketme arayışındayım.
  İşe dediğim gibi her zaman zihnimi ve ruhumu besleyen bilim-kurgu romanları ile başlıyorum. Arkady ve Boris Strugatsky'nin "Kıyamete Bir Milyar Yıl Kala" adlı kitabını okumuştum zaten, geçen gün D&R'da diğer kitaplarından biri olan "Pazartesi Cumartesi'den Başlar"ı aldım elime, yanına da Mass Effect serisinden bir kitap. Maltepe-Erenköy arasında sıkışıp kalan ve rutin hayat içerisinde gerçekliğe odaklanmaya zorlanan -hatta psikozdaki hastalara da bu gerçeği dayatan- ruhuma, biraz hayalgücü damarından adrenalin aşılamak lazım çünkü. Bir arkadaşımın yazdığı film senaryosunu okurken ve filmlere olan ilgisinden söz ederken dediği gibi "Biraz olsun çocuk kalmaya çalışmak".