28 Aralık 2015 Pazartesi

  Ağrı'da görev yaptığım doktor arkadaşlarım ile nöbetteyken, her nasılsa konu "sıkıntı paylaşma"ya geldi. Kadıköy Anadolu Lisesi'nden olan arkadaş, ailesine yönelik olan sıkıntısını paylaştıktan sonra, gülücükler içerisinde bana geldi paylaşma sırası. Paylaşan insanla paylaşmak gerekir diye düşündüğümden ben de kendi büyük sıkıntımı açtım onlara. İkisinin de hayat görüşüne ve akıllarına güvendiğimden içim daha da rahattı. Gülüşmeler ile başlayan konuşma, gözyaşı ve biraz karamsarlık ile odaya sıkıntılı bir hava verdi. Tesadüfe bak ki, kaybettiğim ev arkadaşımla, şimdi beraber çalıştığım arkadaşım tanışıyormuş. Görüş ve duygu alışverisinde bulunduktan sonra, hayata yönelik genel tavsiyelerini aldım onların. Pek fayda edindiğimi söyleyebilirim.
  Peki neden anlatıyorum bunu? Şu yüzden, çalıştığım onca gün içerisinden nedense dün paylaştım özel hayatımı onlarla. Ve yine aynı gün, ambulans ile gittiğimiz evde ekibimdeki paramedik hastaya gerekli müdahaleyi yaparken, gözüme bir bebek ilişti. Yer minderleri, soba ve bir televizyondan ibaret olan modern bir köy evinin zemininde sessizce yatıyordu sırt üstü. Kıvırcık sarı saçları, bölge insanının karasıyla tezattı resmen. Bebeği korkutmamaya dikkat ederek aldım kucağıma, 1 yaşındaki ufacık bedeni ve etrafındaki dünyayı anlamlandırmaya çalışan, henüz gerekli gereksiz anılarla dolmamış zihnini yansıtan kocaman gözleri bana şaşkınlık içerisinde baktı. Şaşırdığım şeyse şu oldu, ben sevmem bebekleri ve ne de güzel ki bebekler de aynı duyguyu benim için besler. Genelde sevmezler beni. Evde görünce yolu değiştirir, yanına yaklaşınca ağlar filan. Annesinin söylediğine göre de gözlükleri çok seviyormuş, belki de bu yüzdendir bilmiyorum. Gözlüğümü eline aldıktan sonra da bana bakıp gülümsedi küçücük ağzıyla kocaman yanaklarında kırışıklıklar yaratarak. Kucağımda oradan oraya taşıdığım müdahale süresi boyunca. O da bana gülümsedi, ne yaptıysam karşılık verdi. Paramediğin çantasına alıp kaçırasım geldi çocuğu, o kadar sevdirdi kendini bana. Gayri ihtiyari adını sordum dedesine, ismini söylediğimde ürperdi tüylerim. Çünkü vefat eden arkadaşımla aynıydı adı.
  Kendime ufak bir söz verdim, yüreğimde kalan son üzüntüleri de silkelemeye çalışıp yoluma devam etmeye çalıştığım şu güzel Ağrı günlerinde, ne zaman onun adını duysam, aklıma o bebeği getireceğim artık.
  Bunlar da o güzel arkadaşlarım. Soldaki dünyalar güzeli, galaksinin nuru dikkatleri üzerine çekmiştir tabi ki. O benim ehuah

21 Aralık 2015 Pazartesi

Küçük İtiraf

  Frankenstein adlı kitapta, ben yaratığın adının Frankenstein olduğunu zannediyordum kitabı elime alana kadar. Nedense aklıma eski Looney Tunes çizgi filmlerindeki üzgün yaratık geliyor. Okuduğum ve öğrendiğim kadarıyla yaratık gayet üzgün, ama pek masum değil.
  Dracula ve Frankenstein'i okudum bitirdim bir güzel. İkisinin de mektuplardan ibaret olması, ikisinin de korku-gerilim türünde olması, ikisinin de bir anlamda klasik olması ve ikisini de benim okumuş olmam sayılacak ortak özelliklerden bir kaçı. Özellikle Dracula'da, yavaş yavaş inşa edilen gerilim, başarılı anlatım ve kurgu ile daha da güçleniyor. Herkese tavsiye ederim.

16 Aralık 2015 Çarşamba

  Tekrar Ağrı'dayım. Buz gibi soğuğun ciğerlerime çarpması ile kendini hatırlattı sevgili şehrim. Burnumdan giren havanın, trakede öttürdüğü soğuk borazanı hissetmemek elde değil zaten. Hoş, benim oturduğum yer olan Çekmeköy'de de, hava gayet soğuk oluyor. Hatta bazı sabahları Ağrı'dan bile soğuk olduğunu söyleyebilirim. İtiraz olarak, geçmiş bütün bir yılın İstanbul - Ağrı hava durumu karşılaştırması çıkarılıp haksız olduğum kanıtlanabilir, ama yine de gerek yok böyle bir şeye. Hani bazen sevdiğiniz, saydığınız insan yanlış bir şey söyler de düzeltemezsiniz ya, öyle yapın işte. Gerçi ben yapmıyorum. Konu saptı.
  Dönüş yolculuğunda yüce Allah'ın bir lütfü olarak oturduğum 3'lü sıra bomboştu. Kendi başıma 3 koltuğu satın alıp, yalnız oturmak için kullanmışım gibi hissettim. Bol bol da kitap okudum. 210 sayfa civarlarında. Drakula'yı bitirmek istiyorum artık. Drakula bittikten sonra da başka kitaplar bekliyor.
  Nerde kalmıştım? Heh, Ağrı. Burası soğuk.
  Yalnız yolculuk etmek de keyifli. Böylesi güzel.

11 Aralık 2015 Cuma

Nobel

  Nobel ödülü alan Aziz Sancar'ın hakkında yapılan haberlere bakarak, yine içi boş milliyetçilik ve sahip çıkma duygusunu görüyoruz. Kendi rezilliğimizi bir haltmış gibi süsleye püsleye sunuyoruz. Kendisine gerekli akademik ortamı sağlayamadığımız bir insan, Amerika'ya gitmiş. Orada yaptığı çalışmalar neticesinde de Nobel ödülü almış. Ne bir Türkiye'li, ne de bir İstanbul Üniversite'li olarak, bunda gurur duyulacak bir şey göremiyorum. "Bakın ne kadar güzel yurtdışına beyingöçü veriyoruz!" diye reklam yapıyoruz kocaman kocaman TV'lerde, anlayamıyorum.
  Yine internette rastladığım bir resim var, Aziz Sancar'ın resmi, kıravatında Osmanlı tuğrası, ceketinde Atatürk ve Türk bayrağı rozetleri. Resimde büyük bir gururla yazıyor ki "AZİZ SANCAR NOBEL TORENİNE BU KIYAFETLE GİTTİ!". Aslında basiretlerimize çekilen kırmızı çizgiler, burada kıravat ve rozetleri göstermek üzere kullanılıyor. Aziz Sancar'ın saygı gösterdiği herhangi bir değere bir şey demiyorum, ama sıkıntı bizde. Neden mi? Hala dışa bakıyoruz, hala kıyafete bakıyoruz, bununla gurur duyacak kadar alçalmışız, ama farkında değiliz. Ödülün yılların emeğine ve bunun arkasında zihne verildiğini görmemekte ısrar ediyoruz, çünkü gerçekler çok acı. Üzücü.

Güncelleme

 - Öncelikle TUS. Puan beklediğimden düşük geldi, ÖSYM soru iptal etme konusunda killing spree'ye girince 11 soru iptal oldu. 240 soruluk sınavın 11 sorusunun yanlış olması hangi akla hizmet kabul edilebilir bir şey bilmiyorum ama , güzel ülkem işte. Moralimi çok bozan bir sonuç oldu, çünkü o sorular herkes için doğru kabul edildi. 8 tanesine itiraz yoktu, ÖSYM iptal etti nedense. 3 soruyu anlarım, geri kalan 8, herkese 8 net eklenmesi demek oldu. Bu da benim gibi "vasat" ve "iyi" arasındaki öğrencileri zora soktu. Bilmiyorum nolacak, İstanbul'da psikiyatri gelmezse, tekrar çalışacağım. Kabullendim artık. Emeğimizi emanet ettiğimiz ÖSYM'de, bu saygısızlıkta kimin payı varsa hakkımı helal etmiyorum. İptal edilen sorular ile sınav içinde de uğraşıyoruz sonuç olarak, nereden tutsanız elinizde kalıyor. Çok üzücü.
 - Yaklaşık 3 aydır Ağrı Ambulans Komuta Merkezi'inde mecburi hizmet yapıyorum. Ambulans doktoruyum. Sonuç beklemenin bıkkınlığı içerisinde çok sevdim bu şehri. Nesini sevdim peki? Aslında hiçbir şeyini, çünkü sevilecek bir yanı yok ehuah. Herhalde başka bir şehirde, başka bir kültürle haşır neşir olmak, kendi başıma yaşamak hoşuma giden taraf. Hele bir de nöbet tuttuğunuz ekip iyiyse, tadından yenmiyor nöbet. Her nöbet 24 saat sürüyor, sabah 9 akşam 9 şeklinde. Kimisi gerekli, kimisi gereksiz 6-10 arası vakaya çıkıyoruz ekipçe. Gerçekten yardıma ihtiyacı olan insanları taşıyıp, stabil hale getirip ya da olay yerinde müdahale edip rahatlattığım zaman anlıyorum ne kadar kıymetli bir hizmet olduğunu.
  Evlilik yolunda ilerleyen birisiyim, evlilik de hiç sevmediğim bir şey. "E o zaman neden evleniyorsun ki?" gündeme gelir o zaman mecliste (hangi meclis?), cevabım da "hayatta her şeyin basit bir açıklaması yoktur" olur. Neyse işte, Ağrı'yı o yüzden de sevmiş olabilirim. Bekar hayatı yaşıyorum. Bekar hayatı dediysem de full seks, rock'n'roll ve lahmacun değil. Napacağım lan ben, anca eve gidip oyun oynayıp kitap okuyorum.
 - Steam indirimlerinden kaptıklarımı oynadım bu aralar bir güzel. Uzun zamandan beri yeni oyun oynamayan bünyeme çok iyi geldi. Oynadıklarımı yakın zamanda yazarım.

1 Aralık 2015 Salı

  Bir türlü okuyamadığım Dracula'nın önüne , hala çeşitli kitapları yerleştiriyorum.
  Şimdi, efendim, Mass Effect'in kitaplarını gördüm geçende. Uzun zamandan bari tarih ve din içerikli kitap okumaya çalıştığımdan dolayı, dayanamadım 3 kitaptan ikisini aldım. 3'ünü almadım. Neden? "Ya beğenmezsem" diye. Ama neden 2'sini aldım, onu bilmiyorum. Sanırım kendi kendimle bir şekilde pazarlık ettim ve sonuç bu oldu. Peki okumanın sonucu neydi? Oyunlarından dolayı evrenine aşina olduğum bir evreni daha iyi anlamaya yardım etti ilk kitap, "Keşif". Gerek karakterler, gerekse de ırkların arkaplanını görmeye de yardım etti. Zaten amacım, diğer kitapları da bitirip tekrar Mass Effect'in oyunlarını oynamak. Sonu dandik olsa da, o yolculuğa değer. Çünkü başka alternatif yok şu anda ne yazık ki =(
  Öteki kitap, Jose Saramago'dan Kabil. Bu beyefendi, düşünceleri ve yazdıkları nedeni ile Portekiz tarafından sansür yemiş. Tabi ki sansürlenen kitaplar ve yazarlar ne yapılmalı, hemen alınıp okunmalı. Eğer "yüksek" kademelerden birileri, bir bilgiye ulaşmamızı istemiyorsa, hemen ulaşılmalı o bilgiye. 25 yaşındaki bir gençten bu muhteşem hayat dersinden sonra, kitaba döneyim. Kitapta Kabil, Habil'i öldürdükten sonra dini olayların içinde ve etrafında geziyor, bu sırada da yazar -kendince- tanrı'ya laf koyuyor. Kutsal metinlerdeki olayları ti'ye alıyor. Eğer din hakkında birazcık okumamış, bir şeyler öğrenmeye gayret etmemiş olsaydım, bu "laf koymalar" zoruma giderdi açıkçası. Ama şimdi bakıp gülüyorum sadece, biraz da üzülerek. Örnek vereyim mesela, Kabil, Habil'i öldürdükten sonra tanrı ile konuşuyor. Tanrı O'nu cezalandıracağını söyleyince de Kabil; "Ama beni durdurabilirdin, hepsini gördün, beni neden durdurmadın?" itirazını ediyor. Kendi özgür iradesinin tercihinden sıyrılıyor, bu yüzden tanrıyı suçluyor. Daha insanlığın yaradılışından gelen "kadercilik" anlayışının tatlı bir örneğini gösteriyor güzelce. "Benim düşündüğüm, inandığım şeylerle alay eden kitaplara ve insanlara tahammül edebilirim" diyorsanız ve inanıyorsanız, güzel bir kitap. Kısa, 1 günde bitiyor.

19 Kasım 2015 Perşembe

Bond Demeye Kalmadan

  Ne zamandır istiyordum da, bir türlü zaman ayıramamıştım. Daniel amcamızın oynadığı James Bond filmlerini izlemek istiyordum. Ufak bir nöbet değişimi vesilesiyle son 2 günde 3 Bond film izlemiş oldum bu vesileyle.
  İzlediğim filmler : Casino Royale, Quantom of Solace ve Skyfall. Dünya üzerindeki eski İngiliz hakimiyetini gözümüze sokarcasına farklı coğrafyalarda maceralara atılıyoruz yakışıklı ve seks makinesi 007 ile.
  Casino Royale, bizim zıpçıktı 007'nin, kadınları yatağa atma ve İngiltere'nin dünya düzeni içerisinde çıkarlarını koruma becerisini, poker masasında gösterdiği film. Casus filmlerinden alışık olduğumuz üzere, çapraşık ilişkiler, bazı soru işaretleri, birbirini kandırmacalar falan var. Bir de işin içine poker dahil olunca daha da çetrefilli oluyor. Benim gibi kağıt oyunlarından anlamayan andavallar için de güzelce açıklamışlar film içinde gerekli durumları. Çılgın Bond, kumar masasında İngiliz vergi verenlerinin paralarını saçıp savururken, Eva Green'in güzelliğine akıl sır erdiremiyoruz. "Bizim vergilerimiz de böyle masalarda heba oluyor mu acaba" diye düşünmeye kalmadan Eva ablamız hipnoz ediyor bizi. Ne vergisi demeye kalmadan dalıp gidiyoruz billur güzelliğine. Makyajsız halini en çok beğendiğimi de buradan belirteyim. Makyajsız güzel olan bayan, zaten makyajla hayli hayli güzel olur. Tersi mümkün değil. Eşeğe altın semer vursan, yine eşek. O yüzden.
Film son çeyrekte romantizme sarıyor iyicene "Bond bu mudur lan?!" demeye kalmadan, Venedik'te koca bir binayı sulara gömen film, uygun cevabı veriyor.
  Quantum of Solace, bizim Bond'un, önceki filmde ucundan gördüğü, tam anlamıyla "Uluslararası Paralel" diyebileceğimiz kuruma karşı, kişisel intikam peşinde koşturduğu ve İngiltere'nin dünya düzeni içerisindeki çıkarlarını koruma becerisini, yine dünyanın çeşitli coğrafyalarında, fütursuzca sergilediği film. Arabalar, motorsikletler, uçaklar patlar ve hükümetler devrilirken, bunca aksiyon arasında kıçımın üstünde oturduğum 1,5 saat boyunca kendimden utandım açıkçası. "Ben ne yaptım kendi vatanım için" demeye kalmadan, karşıma Gemma Arterton çıktı. Kendisi zaten "hanımlığını" en çok beğendiğim oyunculardan birisi. Bir de nispet yapar gibi saçını boyamışlar turuncu renge. "Seni seven yiğit, neylesin malı!" demeye kalmadan, Bond, tanıştıklarının herhalde 2.saatinde filan yatağa attı kadını. Bond, Gemma'nın çıplak sırtını öperken benim ateşim yükseldi, hararetimi alsın diye çay koydum kendime. Lipton , Earl Grey... Kaçamadım İngiliz lanetinden... Türlü patlamalar eşliğinde gerekli insanları temizlerken Bond, ben de çayımı yudumladım. O kadar iş halletsem, benim de koynumdan kadınlar eksik olmazdı herhalde. Çöp atmayı bile erteleyebilen birinin pek fazla kovalayanı olmuyor malum. Gemma Arterton yan rolde oynasa da, benim kalbimde baş roldedir. Aksi düşünülemez.
  Son film Skyfall'da ise, Bond, gerek Adana trenleri, gerekse de Londra metrosu, bulduğu envai çeşit trenle başını belaya sokuyor. İstanbul'da başlayan film, yine dünyanın çeşitli yerlerindeki İngiliz çıkarlarının çok güzel korunduğunu gözümüze sokarak, Türkiye'yi olabilecek en yanlış şekilde gösteriyor. Daha ilk saniyede çalan "arabic" müzikten kendini ele veriyor. Çarşı pazarın ortasında, esnafımızın ve müşterilerinin, canlarını ve mallarını umursamadan yardıra yardıra patlaya patlaya ilerliyor sahneler. "Yerli Malı Haftası"nı kalbimin derinliklerine işlediğimden, üzülerek izliyorum sahneleri =P Etrafa saçılan meyve sebzeler, "Michael Bay the Movie : Vegetable Edition" gibi duruyor. İlerleyen sahnelerde yine bolca sevişen Bond, artık erkekliğimi sorgulamama sebep oluyor ve hormon düzeylerimi kontrol etmemi gerektirecek kadar üzüyor ediyor beni. Nostaljik casusluk ve günümüz sanal casusluğu birbiri ile kesişir ve savaşırken, 2edgy4me hacker karakter, saçma grafiksel "algoritmalar" içerisinde "evrilen" kodlardan bahsederken, "bunu çözebilecek misin" sorusuna, sanki 2 gram s*kinde değilmiş gibi "onu ben icat ettim" diyerek, önceki filmde yerinde duran kıçımın, koltuktan kaymasına sebep oluyor. Bir noktada Bond yardım ediyor bu "algoritmayı" çözmesinde. Sen MI6'a gir yaptığın işin en iyisi olarak, sonra dallamanın teki çıksın sana işini öğretsin. ADAMIN G*TÜNDEN KAN ALIRLAR KAN! AYIK OL JAMES BOND ! Aston Martin marka arabaları yapan ırk ile hacker karakteri yazan, aynı ırka mı mensup diye düşünmeme sebep oluyor. Yine önceki filmlerde olduğu gibi, dünyanın farklı yerlerindeki turistik aktivitelerin içine ederek olayları çözüyor Bond. Kendi geçmişine de bir göz atıyoruz filmin sonralarına doğru.
  3 filmi kendi içinde kıyaslamak istersem en başa Skyfall'ı koyarım. İzlenmesini de tavsiye ederim. 2.sıraya Casino Royale geliyor. Belki sırf Eva Green'den, belki de sırf Aston Martin'in motorunun sesinden, bilmiyorum. Ama son sıraya Quantum of Solace'i yerleştiriyorum. Gemma Arterton'a rağmen, sonda... Üzgünüm Gemma...

13 Kasım 2015 Cuma

  Kıyamete Bir Milyar Yıl'ı (Arkadi ve Boris Strugatski'den) bitirdim. Konusu ilgimi çekti kitap raflarında göz gezdirirken ve de kapağındaki sadeliği de beğendim ne yalan söyleyeyim ehuah. Birinci Dünya Savaşı okumaya ve anlamaya çalıştığım geçen zamanlardan sonra, hafif bir bilim kurgu okumak beni çok rahatlattı. Aldığım keyiften, sayfa sayısının daha fazla olmasını istediysem de (hikayesi 144 sayfa sadece) beni mutlu etmeye kafiydi kitap.
  Kısa bir roman okumak isteyenlere şiddetle tavsiye ederim.

23 Ekim 2015 Cuma

  Nicos Kazancakis - Zorba'yı okudum geçen zaman içinde. Pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Kitabın son sayfasını kapadıktan sonra, "okumasam da olurdu" hissi oluştu içimde. Pek de bana göre değilmiş demek ki Nicos amcamız.
  Kazuo Ishıguro - Gömülü Dev'i de bir kaç saat önce bitirdim. Yazarın okuduğum ikinci kitabi (önceki "Günden Kalanlar"dı). Beğendim. Biraz fantastik alanlara el kol uzatması, bol bol R.A.Salvatore okumuş olduğumdan yüzümü ekşitmeme sebep oldu. Kral Arthur yalakalığı yapılan kısımlar haricinde, karakterlerin derinlikleri, yolculukları, sırları, dönemin şartlarının hikaye içerisine iyi yedirilmesi falan derken insan daha fazla okumak için sabırsızlanıyor.
  Sıra Dracula'da, akabinde 1.Dünya Savaşı'na el atacağım.

14 Ekim 2015 Çarşamba

  Yuzumdeki sivilce, Mustafa Sandal'in yillar onceki "Iste" klibindeki, muhtemelen Huney Amerika civarlarindan olan adam gibi. Anlami yok bulundugu yerde olmasinin, ama varligi kaniksanmis durumda.

12 Ekim 2015 Pazartesi

Geçen yazılarımdan birinde, ev arkadaşımın ölümünün vicdanım üzerinde bıraktığı yaralardan bahsetmem üzerine, internetin derinliklerinden gelen beni etkileyen bir yorum.

"Insanlar yalnız doğar, yalnız ölürler. Birinin ölümü başka birinin ilgisizligiyle bagdastiracak kadar basit olamaz. Bir insanin yaşaması sizden bagimsizken ölmesi nasıl sizle bağlantılı olabilir ki? 
Çaresizlik insanoğlunun en büyük yavaslaticisi hayallere ulaşmaya çalışırken yürüdüğü yolda. Herkes senden vazgecse de sen kendinden vazgectigin zamana kadar bu hayat devam eder. Ne zaman yenilirsin, o zaman oyun biter, "game over-ruhen ya da bedenen" yazar sahnende.
Ölümü gerçekten dusunebilsek bu kadar kolay vazgeçer miydik kendimizden? Ya da gerçek ölümü bilsek hayat yine de çekilmez gelir miydi sahiden?"

10 Ekim

  Seçimler yaklaştı ve haliyle güzide ülkemin gerginlik katsayılarının seçim öncesi dalgalanmaları kendini göstermeye başladı. Kimisi basit bir ses bombasından veya havada kaybolan boş tehditlerden ibaret olan bu iniş-çıkışların, kimisi de 100 cana mal olacak kadar ciddi oluyor. Ülkenin tarihinde bundan sonra kara bir leke olarak kalacak olan Ankara'daki patlamanın ardından yine ortama nefret, yine öfke hakim. Ölen insanların, daha naaşları toprağa verilmeden, kan üzerinden güdülen siyaset ve iftiraların yine bini bir para. Terörün yegane amacına ulaştığını görüyoruz.
  Körlüğümüzün içinde farkına varamadığımız (ya da farkında olmak istemediğimiz) şey, bildiklerimizin medyanın "sadece" bize yansıttıkları olduğudur. Onların da olayların hepsini bilmediği malum. Sağda solda, sosyal medyada gelişigüzel analizlerle inanmadığımız siyasal akımlara, devlete vs çamur atıyoruz. Duygularımıza dokunan her uzun yazıyı "kesin doğru" olarak kabul ediyoruz. Çamur atan insanlarımızın çok büyük bir kısmı ne devlet, ne güvenlik, ne istihbarat kademesinde yer almış insanlar tabi ki. Kendi halinde üniversite öğrencisi, bilmemne müdürü, bilmemne mühendisi. Senin benim gibi, devletin kendi içinde veya büyük oluşumlarla olan ilişkisini  gazetelerden, haberlerden, en fazla kitaplardan öğrenen tipler. 25 yaşına gelip de düşünebilidiğini farkeden herkes kendini akıllı sanıyor, daha da kötüsü gazete küpürlerinden veya ana akım medyadan topladığı bilgiyi "mükellef" sanıyor. Kendisi gibi düşünmeyen cahil, kendisi gibi düşünmeyenin siyasi liderini katil yapıyor. "Halkların hakkını" koruduklarını sayıklarken, koruduğu hakların sahiplerine "gerizekalısınız siz" demekten geri durmuyor. "Tahminim şudur" demiyor, "biliyorum" diyor. Nefret ve bağnazlığın basiretini kapadığı noktayı, düşünce düzleminde varılacak son nokta olarak addediyor. Solculuğu üniversite dergilerinde evrimi anlatmak, sağcılığı ise "Osmanlı'nın yaptığı her şey doğrudur." diyerek yorumlayanların, hayatta üretebilecekleri bütün düşüncelerin  toplamı, anca bomba patladıktan bir gün sonra "düşmanını" suçlamaya yetecek kadardır. Zaten o düşünceler de siyasi maşaların demir alaşımı içerisinde zehirlenecektir.
  "Bilmiyorum" demenin ayıp olmadığını düşünüyorum. Çünkü "bilmemek", eğer doğrusunu görmek istiyorsanız, daha fazlasını öğrenmek için gereken çıkış kaynağıdır.

30 Eylül 2015 Çarşamba

Günden Kalanlar ve Uğursuz Bir Şeyler Geliyor Bu Yana

  TUS sonrası bitirdiğim ilk kitap, Kazuo Ishiguro'dan Günden Kalanlar oldu. 19.yüzyılda, eski bir İngiliz malikanesinde yıllarını eskitmiş ve kendini mesleğine adamış bir başuşağın, mesleği hakkında -oldukça garip olan- görüşlerini ve anılarını içeren ufak bir roman. Roman kahramanı hikayeyi anlatırken, tıpkı yaşlı amcalarımız gibi, olay içinde olay, onun içinde anı, onun içinde de başka bir şeyden bahsedip, en sonunda hepsini toparlayarak paragrafları ve bölümleri bitiriyor. "Arif'in Manchestar'a attığı golü arıyordum, buraya nasıl geldim?" yani tam olarak.
  Akabinde Ray Bradbury'den "Uğursuz Bir Şeyler Geliyor Bu Yana" adlı, korku-gerilim türünde bir romana başladım. Orijinal metin nasıl, bilmiyorum. Ama Ray Bradbury'nin tarzı olsa gerek, benzetmelerin içinde kaybolup gidiyor insan. Bir kaç tanesini not alayım burada paylaşırım. Yalnız bu benzetmelerden dolayı, sanki tarih kitabı okurcasına bir dikkat istiyor kitap. Bu da normal bir romanmışcasına okunmasını zorlaştırıyor. Yine de, Fahrenheit 451'i şiddetle tavsiye ediyorum.
 Havalimanından inip taksiyle şehre giderken, sol tabela Ağrı, sağ tabela İran'ı gösteriyorsa kardeşler, sakın panik yapmayın. Mecburi hizmettesinizdir.

Rüya Günlükleri

  TUS çalışırken bir zamanlar (10 gün önce =P), verdiğim 20 dakikalık aralarda uyuyordum. İlk başlarda "uyumaya çalışıyordum" denebilir. Ama sonradan sevgili beynim kendini adapte etti. Hatta öyle ki, 30 dakikalık uykular "uyu uyu bitmez" modunda olmaya başladı. Peki bunu neden Rüya Günlüğü altında işliyorum? Şundan : Uyuduğum 20 dakikalık süre içerisinde gördüğüm rüya sayısı ortalama 4'tü ve bunları net bir şekilde hatırlıyordum. En azından ders çalışmaya başlayana kadar. Şimdiyse 1 tane görsem yanıma kar kalıyor. Beyin aktivitesi ile ilgili herhalde.
  Aptallaşma sürecim başladı yani ehuah

Bir Çapa Serüveni

  Tıp fakültesi biteli yaklaşık 3 ay, TUS'a gireli 7 gün oldu ( Bu yazıyı yayınladığm zaman daha da geç). "6 sene de oku oku bitmez ahanzi ahanzi" cümleleri, tozlu sayfalarda artropod oldu kaldı. Bu cümlenin hayatımda geride kaldığını farketmediğim gibi, kendimdeki değişimi de farkedemiyorum geçmişle kıyas yapmadan. İnsan dünle bugün arasında fark bulamaz belki ama, 6 yıl öncesine baktığında bir şeyler bulur herhalde. Ben de buldum bir şeyler.
  1.sınıf : Üniversiteye yeni başlayan -ve şartlar dahilinde iyi bir okulda okuyan- bir gencin gururunu taşıdığımı görüyorum şimdi, az da olsa. "Kibir" derecesine çıktı mı bilmiyorum hiç, ama okulumu ve onunla ilgili her şeyi bir öğrencinin seveceği kadar seviyorumdur herhalde. Annemle babamın da aynı okulda okumasından mütevellit, nasıl bir yere gideceğimi aşağı yukarı bildiğimden, beklentim yüksek olmadı hiçbir zaman. 400-500 kişilik 14 Mart Amfimize sabah en erken girenlerden oldum çoğu zaman, çünkü eğer geç kalırsam metrobüste sıkışmak zorunda kalıyordum. Kendimi amfi sorumlusu gibi hissediyordum çoğu zaman ehe. Elimde var fotoğraflar, sabah kimse yokken çektiğim. Amfi sıraları aç bir şekilde öğrencileri beklerken... Şimdi bakınca içini farklı günlerdeki farklı anılarla dolduruyorum. Her boş sıraya başka birini oturtup, başka bir anıyı canlandırabiliyorum. İstesem bu iş için çekemezdim o resimleri.
  Tabi yeni insanlar tanıma meselesi var. Tek tipte insan içeren bir liseden geldiğimden ve bunun sosyal açıdan aslında sıkıntılı olduğunu düşündüğümden dolayı, "çeşitlilik"in "zenginlik" olduğuna kanaat getirmiştim. Tanınan her insanın kişiye kattığı iyi / kötü bir şeyler oluyordu sonuçta, ben de bu çerçevede aktif olarak insanlarla tanışmaya gayret ettim. Umarım başarılı olmuşumdur.
  "Kendime ne kattım?" sorusunun cevabı çok net değil açıkçası. Python programlama dili konusunda, bir amatörü mutlu edecek kadar ilerledim. Yoldaki herhangi bir amatöre gidip sormayacaksınız tabi, çünkü ben öğrendiğim seviye ile gayet mutluydum. Kendi ufak shoot-em up'ımı yaptığımda dünyalar benim olmuştu. Pozitif bir şeyler ortaya çıkarmanın (çünkü şimdi görüyorum ki tıp negatif olanı engellemeye yönelik bir alan) keyfini zaten resim çizdiğimden dolayı biliyordum, ama başka bir dalda da keyfi bambaşkaymış.  Her satır kod, her harf, her hata bana aitti. Çok, çok farklı bir his. Şunu da belirtmeliyim ki problem çözme yetisini çok iyi geliştiriyor.

  2.sınıf: Tıp okuyanlar bilir, "en zor sene 2.senedir" denilir. Sonraki yıllara kıyasla diyebilirim ki bu sözü 2.sınıfta kalıp da tıp fakültesinde daha ileriye gidememiş birisi söylemiş. Net. Yine de anatomi pratik sınavı öncesinde aortumun pulsasyonunu hissedişim, sınav öncesi kantin önündeki masalarda saatler süren "son" çalışmaları unutmayacağım.
  Bu sene kitap okumaya ağırlık vermeye başladığım sene. Çok yoğun bir şekilde olmasa bir şeyler okuyordum. Eskisine nazaran daha çok okuduğum için de daha çok şey öğrenmeye başladım doğal olarak, bunun da bana getirdiği şey şu oldu : "Herkes kitap okumalı, herkes bir şeyler öğrenmeye çabalamalı. Facebook'ta salak videolar paylaşcağımıza güzel bir düşünce sunma ve tartışma platformu oluşturmalıyız. Bunu yapmayanlar ömrünü boşa harcıyordur". Bazen, "boş" şeyler hakkında konuşan insanlara karşı içimde güçlü bir nefret oluyordu. Sanki kendim oturup çok mühim şeyler hakkında konuşuyordum da... Geçmişte bir yerlerde bu sitede paylaştığım bir yayın vardı, yaklaşık olarak şöyle bir şeydi "Otobüste önümdeki 3 erkek, yol boyunca kız, araba ve futboldan başka bir şey konuşmadı. Bunları yakıp oksijen yapsak Dünyaya katkıları daha fazla olur herhalde". Şimdi düşünüyorum da, asıl başka insanları bu kadar küçümseyen bir beyni yaksan Dünya'ya katkısı daha fazla olurdu. Kendime bakıp da "ne kadar da yanlış düşünmüşüm" dediğim zamanlardan birisidir. Kim bilir 10 yıl sonra şimdi doğru kabul ettiğim neleri yanlış olarak kabul edeceğim... Bir söz vardı, "20'sinde komunist olmayaynın kalbi, 40'ında kapitalist olmayanın aklı yoktur" diye. Sanırım bu değişimle alakalı. Orijinali daha farklıydı ama, "kapitalist" kısmı işin içine "değişim"i de katıyor.
  Bir de şunu farkettim kendimde, ciddi birisi olamıyordum kolayca. Çoğu zaman cıvık, belki neşeliydim. Şimdi de öyleyim, Bayramda uzun saçlarımı iki yandan bağlattırıp küçük tatlı kızlar kadar poz verecek kadar rahatım. Belki sonraki 10 sene içinde gerçekleşir daha ciddi birisi olma durumu =P

  3.sınıf: Yıllardan beri oturduğumuz Altunizade'den taşındığımızdan dolayı çok da iyi başlamadım açıkçası bu sene. Ama dostlarla bir eve çıkmanın (sonu kan ve gözyaşı ile bitecekti lakin) verdiği mutluluk da vardı bir yandan. Yine de anne-babamın üzülmesine dayanamadığım için, haftasonları sık sık uğruyordum bizimkilerin yanına.
   Çekmeköy'e taşınmıştık, evim olarak çok da benimsemediğim bir yerdi. Çapa'daki evi de dostlarımdan ötürü çok seviyordum ama o kadar, orayı da çok sevdiğim söylenemezdi. Dolayısı ile hiçbir yerde tam olarak rahat edemiyordum. Neyin battığını da bilmiyorum açıkçası...
  3.sınıfta kliniğe adımın ilk atıldığı sınıftır. Bir ayak hala Temel Bilimler'de olsa da, Kliniğin tatlı göz kırpışları öğrencinin dikkatini çeker. Tatlı kız göz kırpışlarının, sınav dönemi yaklaştıkça korkunç bir kandırmaca olduğuna dair kalbımı basabilirim şimdi. Ama bu kalıp, bir tıp öğrencisine en fazla sabun kalıbı olarak fayda sağlar. Başka da bir işe yaramaz.
  Kendime ne kattım peki? Org çalmayı öğrenmeye başladım- başladık, Arda ile. Hiçbir zaman saniyede 15 tuşa basan bir piyanist kadar olamayacağımın farkında olarak, kendi çapımda ufak ilerlemelerle oldukça mutlu oldum. Arda'nın biraz temel eğitimi olduğu için onun çok daha güzel çaldığını söylemeliyim.
   Bu sene kendimde dikkatimi çeken şeylerden birinin de sosyal olarak geri çekilme olduğunu görüyorum. İnsanlarla iletişimim ciddi şekilde aksıyordu, dışarı çıkmak, çalan telefona bakmak, sinemaya gitmek gibi aktiviteler küçük bir çekirdek grup dışında bana oldukça zor geliyordu. Uzaklaştığımı hissediyordum gitgide. Bilmiyorum bunu nasıl anlatabilirim... Sanki, kimseyi sevmiyormuşum gibi, çok acayipti. Oysa ki sorsalar "şunun için ölür müsün?" "ölürüm tabiy" derdim. Şimdi geriye bakınca saçma geliyor, kabul ediyorum. Ama öyle işte. Hatta öyle ki, iki evimde de kendimi huzursuz hissediyordum (yukarıda da belirttim). Evim yokmuş gibi. Ne Çapa'da rahattım, ne de Çekmeköy'de.
   Evimiz, arkadaşlarımız için bir toplanma yeri olmuştu. Çoğu zaman çat kapı gelen arkadaşlarla oturup geyik muhabbetleri, kalmalar falan... Kıymetini bilememişim gibi geliyor şimdi geriye dönüp bakınca. Nolurdu Cuma günü olunca koşa koşa Çekmeköy'e gitmeseydim. Abdullah ve Arda ile daha çok kahvaltı etseydim. Sanki kaçıyormuş gibi gidiyordum her Cuma.
  Yaz yaklaştıkça Çekmeköy'deki sitemiz sosyal imkanlarından dolayı daha güzel bir yer haline geldiğinden dolayı, Çapa'daki evden çıkma kararını alıyorum. Bir kaç hafta sonra vazgeçiyorum. Çünkü bir daha Abdullah ve Arda gibi ev arkadaşları bulamayacağımı adım gibi biliyordum. Ne bir anlaşmazlığımız oldu, ne bir kavgamız. Sanırım herkes birbirinin negatif yanını tolere edebiliyordu. Ben oyun oynarken çok bağırırdım mesela, kim bilir kaç kere Apo'nun uykusunu kaçırdım. Gerçi, ben onların kötü yanını hatırlamıyorum hiç. Ya da geçmişe nostalji gözlükleri ile bakıyorum, kim bilir...

  4.sınıf: Hayatımın en güzel, aynı zamanda en kötü yılı. Benim için her şeyin değiştiği sene...
  3.sınıfta yaşadığım sorunlar yüzünden kız arkadaşımdan ayrıldım ve kafamda ciddi bi' rahatlama oldu. O zaman anladım ki, ben çok da ikili ilişkiler için uygun bir adam değilim. Dışarı gidip kafede orada burada takılmak, bir ilişki için çabalamak, emek harcamak, kovalamak, en basidinden süregelen iki bir iletişim çok da bana göre şeyler değil. Oturup kitap okumayı veya oyun oynamayı buna tercih edebiliyorum, çok da doğru olmadığını kabul ediyorum tabi ki. Bana bu konuda eşlik edecek olan kız-erkek herhangi birisinin başımın üstünde yeri vardı her zaman tabi.
  Eğitim süreci Kadın Doğum ile başladı. Branşı sevmesem de, okulun kitabını 3 kere okudum, zevkle. Neden? Ben deli miyim? Evet. Ama kitabı 3 kere okumamın sebebi bu değildi. Gülhane Parkı'nda yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesinin karşı konulamaz cazibesiydi bana bunu yaptıran. Gülhane Parkı'nı gören pencerenin önünde, açıp da kitap okumanın keyfi ve huzurunu şimdi bile hissedebiliyorum. En alt kattaki klasik piyano ile de çıkmadan önce, öğrendiğim parçalardan birini çalardım... Hatta en çok öğrenmek istediğim parçayı bile öğrenmiştim. Dragon Graveyard - Trine OST. Parçayı her çaldığımda içimdeki bütün stres buharlaşıp giderdi. Sonrasında da Gülhane'den Çapa'ya kadar yürürdüm. Güzel günler... O kadar çok çalmışım ki hatta bu öğrendiğim parçayı, org çalmaya 1 yıl ara verdikten sonra bile, aletin başına oturduğumda çalabiliyor olduğumu farketmiştim sonradan. Yıl ortasında bana yerleşecek olan kötü anılar gibi, bu parça da bende kalıcı bir yer edinmişti.
  Eski ve birçoğuna anlam veremediğim psikolojik sıkıntılarım ortadan kalktığı için, entellektüel yanım şaha kalkmıştı. Elime geçen kitapları bir canavar gibi tüketip hemen bir sonrakine geçiyordum. Bir yandan da elimden geldiğince bir şeyler çiziyordum. Mutluydum. Girdiğim her stajın kitabını alıp yalayıp yutuyor, bir şeyler öğrenme peşinde koşturup duruyordum. Grubumdaki insanlar ile kitap alışverişi içerisinde kitap, sözcük dağarcığımı daha da genişletmiştim. Çok mutluydum. Kimsenin dinlemediği halk sağlığı derslerini çoğunu dinliyordum, çünkü neden olmasındı. Ben çok mutluydum, ama Arda mutsuzdu. Ya göremedim, ya dikkat etmedim, ya da kendimle haddinden fazla ilgilendim, yanında olamadım. Bir gün masada oturup geçmişe yönelik dertlerimizi birbirimize açarken ve ayrıldığım kız arkadaşımdan bahsederken, onu mutlu etmeye çabalayıp nasıl beceremediğimi anlatırken, gözyaşları içerisinde demiştim ki ona "En kötüsü de ne biliyor musun Arda? İnsanın kendisine yenilmesi". Duygusal manada ilk ve son sarılışımdı ona. O haliyle beni avutuyordu...
  Cerrahi stajının bitmesinden bir kaç hafta sonra -ailemin yanında kaldığım bir haftalık süreçte- bir sabah, Abdullah'dan aldığım bir telefonla hayatım değişti, birilerinin hayatı da o telefondan önce solup gitmişti. Tramvayla okula varmama 1 durak kala indim ve karakola doğru koşar adım yürüdüm. Kalbimin nasıl attığını çok iyi hatırlıyorum, hırsız girdi de bizimkilerden birine zarar mı verdi diye endişe içerisinde olduğumu... ve kafamın içinden geçen yüzlerce ihtimal... Ayaklarım mı karakola gitmek için daha hızlı çalışıyor , yoksa kafamın içinden geçen düşünceler mi daha hızlı akıyor söyleyemiyorum bugün bile. Abdullah'ı içerde çökkün bir suratla bana doğru bakarken bulduğumda, lafı gevelemeden "Abi, Arda intihar etti" diyor. Kafamın içinde çakan tek bir şimşek, geri kalan bütün her şeyi susturuyor. Arda'nın üzerine çekilen bir çarpı, damgayla vurulan "öldü" ibaresi. Geri kalan ömrüm boyunca bir daha asla onu göremeyecek olmanın verdiği ani şaşkınlık ve kendini öldürmeyi istemesi kadar mutsuz oluşu... Dostunuzun, mutsuzluktan ölmesi... İnsanların dünyası nasıl bir anda ters yüz olurmuş, o zaman öğrendim. Ağzımdan tek çıkan söz "Arda sen naptın ya..." oldu sanırım. Arda'nın kulağına ulaşmadı hiçbir zaman bu söylediğim, tıpkı o olaydan sonraki hiçbir gözyaşı ve üzüntünün ulaşmadığı gibi. Önceki gün öğle arası eve uğradığımda, çıkmadan önce omzunu sıvazlamıştım "Görüşürüz" diyip de. Şimdi ise o koltukta kanlar içinde oturduğunu öğreniyordum...
  Eve gittiğimizde Abdullah görmemi istemedi dostumuzun naaşını. Ev kapısını açarken ellerimin titrediğini görüp, daha da travmatize olmamı istemedi herhalde. Şimdi diyorum ki keşke görseymişim... O seneye ait pek çok "keşke"nin başlangıcı da bu şekilde geliyor işte. Geriye bakıp birleştirilen bütün noktalar tek bir gidişatı gösteriyor. Mutsuzluğun veya çaresizliğin, hazin sonunu... Hepsinin yanına, altına, sağına soluna kocaman "KEŞKE"ler yerleştirebiliyorum. Her birisi ayrı yönde dallanıyor ve belki bu dalların bir çoğunun yaprağı hayat dolu. Bu işi cimri bir şekilde yapsam bile, kalbimin ortasına hala kocaman bir yara kalıyor. Bazen kanayan, bazen varlığını unutturan... Ama tıpkı gerçek bir yara gibi, üzerinde az da olsa oynadığınızda hemencecik çözülüveriyor kabuğu. Aklıma annesi, babası, kardeşi geliyor, şimdi bile... Arada onları ziyarete gittiğimizde yüzlerine bakmakta zorlanıyorum...
  Arda'yı defnettiğimiz gün, biliyorum ki ben de kendimden bir şeyler gömdüm o toprağa. Bir daha geri alamayacağım. Hayatımın geri kalanı da bu şekilde başlamış oluyordu işte. Neşeli yanım belki her zaman kaldı, ama mutlu olmadan yaşamayı öğrenmeye bu şekilde başladım.
  Arkadaşımızın yasını tutamamışken, dönemin en zor stajını ağırlığını bindiriyor üstümüze. Hatta öyle güzel bir şekilde yapıyor ki bunu, cenazenin olduğu günkü dersi, hocamız tekrar etmiyor. Ev sahibimiz yaptığı hareketler "nasıl ahlaksız bir insan olunur" konusunda iyi dersler veriyor bize. O adamdan sorulacak hesabım var, öteki dünyada. Hakkım varsa eğer, helal etmiyorum.
  Ev işi hallolduktan ve arkadaşımızla olan somut bağlarımızı koparıp, soyutların üzerini örttükten sonra derslere abanmak durumunda kalıyorum haliyle. Dahiliye, Kardiyoloji, Farmakoloji, yazılı, sözlüydü derken 4.sınıfın sonunu getiriyorum. Farmakoloji sınavı için kütüphanede sabahlayarak güzel bir final yapıyorum kendimce.
  Yaz döneminde eve dönüp zihnimi uyuşturmak için alkol alırmış gibi bilgisayar başında vakit geçiriyorum. Uykular bana daha huzur verici geliyor, çünkü uyurken bilinç yok. Bilinç yokken, acı da yok. Bol bol da gözyaşı ve pişmanlıkla bezeli bunların hepsi... Ablam da bu yaz mevsiminde evleniyor. "Onun en mutlu günlerinde, bu mutluluğa ne kadar ortak olamazdım" sorusunu, kendimce çok güzel cevaplıyorum. Çünkü dünyaya dair herhangi bir şey, ilgimi çek(e)miyor.

  5.sınıf : Yeni eve çıkma ihtiyacı doğdu bu sene -haliyle-. Kardeşimle aynı eve çıktık bu sefer, o da karşıda bir üniversitede okumaya başladı. Ev bulma sürecinde hiç yardım edemedim babama. Bırak ev bakmayı, bakkala bile gidecek enerjiyi kendimde bulamıyordum zaten. Depresyonun derin çukurlarında çırpınıp duruyordum.
  İlk stajımız Nöroloji / Nöroşirurji ile başlamıştı ve her "taze" tıp fakültesi öğrencisi gibi senenin ilk stajına katılım yüksek orandaydı. İlk gününü hatırlıyorum okulun. Hani okula gelirsiniz, herkese selam çakarsınız, "tatil nasıldı" şeklinde hal hatır soruları sorarsınız ama asıl muhabbeti yapacağınız kişi farklıdır ya, en yakın arkadaşınızdır o. Okulun ilk günü, çevremdeki herkes "en yakın"ı ile laflarken, konuşmadığımı farkettim. Susuyordum. Çünkü yanımda o "en yakın" yoktu. Okulun ilk haftası nasıl geçti hatırlamıyorum, ama Çekmeköy'e bir hışım gelip hüngür hüngür ağladığımı biliyorum. Çünkü o grupta benim "en yakınım" yoktu. Yastıkların ne kadar gözyaşı emebildiğini görseniz, şaşırırsınız.
  Duygusal manada ne kadar tatsızsa, tıp eğitimi açısından da o kadar verimli bir seneydi açıkçası. Tıp eğitiminde "Küçük Stajlar" denilen, KBB, Üroloji, Nöroloji, Göğüs Hastalıkları vb. stajlarda, çok geniş yelpazede teorik ve pratik bilgi ediniyor insan. Yine olabildiğince pratiklere katıldım, öğrenci konumda sadece bir kez bulunacağım bilinci ile elimden gelen gayreti gösterdim bir şeyler öğrenmek için. Ayrıca bu sene, içinde bulunduğum çökkün duygudurumdan dostlarım sayesinde biraz olsun sıyrılabildim. En azından her gece yatarken uyanmamayı daha az ister oldum. Her sabah kalkınca da aklımda, zihnimde koca bir karanlık olarak yer tutan "ölüm"ü daha az düşünür oldum. Arda'nın mücadelesini çok iyi anlayabiliyordum artık. Çünkü bir kere akla girdim mi, "ölüm"ü düşünmeden yaşamak çok zor.
  Entelektüel ve kişisel gelişimim bu sene biraz da TUS çalışmaya başlamanın etkisiyle ne yazık ki oldukça yavaşladı. Arada okuduğum iki üç kitap, çalmayı öğrendiğim küçük parçalar ve küçük çiziktirmeler dışında kendime bir katkım olmadı. Yine de, hayata daha olumlu yönden bakma yönünde sarf edilen gayret de olumlu bir katkı sayılabilir.

  6.sınıf : Şimdi hiç kusura bakmayın da, Intern'luk anlatılmaz, yaşanır. Sekreterlik, personellik, amelelelik, ofisboyluk... Hastane sisteminde akla gelebilecek her boşluk, intern ile doldurulur okulda. Ben size öyle diyeyim, siz anlayın artık.
  5.sınıfta yavaş yavaş bana yerleşen ve 6.sınıfta daha da belirginleşen bir özelliğim de, "derdi kafasına takmaz" tiplerden birine dönüşüm. Gereksiz ufak şeylere takarım hala, her insanda vardır o özellikler ya da sözlü sınavlarında çok heyecanlanırım. Onlar ayrı. Ama insanların genel olarak gergin olduğu veya kafasına taktığı bazı şeyleri "anlamaz" hale geldim resmen. Intern'lükte yüklenen angarya işler hakkına söylenmez oldum (Intern'lük hakkında yaptığım en güzel "söylenme" eylemi, bugün Ağrı Ambulans Komuta Merkezi'nde diğer yeni mezun arkadaşlarla yaptığımdı. Onun dışında bu blog dışında söylenmedim herhalde), zor gelen poliklinik için söylenmez oldum. Çünkü öğrendim ki, hayatta biraz olsun mutlu olmanın yolu, beklentiyi düşük tutup, en kötüsü için hazırlıklı olmaktan ve elindekinin kıymetini bilmekten geçiyor. O zaman İTF Hematoloji Poliklinik bile zevk alınarak yapılabilen bir yer oluyor.

  Blog'a devam...
  Bugün mecburi hizmete Ağrı'da başladım. Geçmiş senelerime ve okuluma yönelik uzun bir yazı yazıyorum. O bitince diğer yazıları da pompalayacağım.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Tuberkoluz

Yanlis yazilan kelimeler bana anlamsiz derecede komik geliyor. "Tuberkuloz" yerine "Tuberkoluz" mesela. Biliyorum, o kadar da komik degil aslinda. Ama elimde degil.


2 Temmuz 2015 Perşembe

Rüya Günlügü

Karamsar ruyalardan bir tane daha. Oturma odasinda uyudugum ikindi uykusu sirasinda gordum. Orucluyken ders calisinca kalan glikozla anca bu kadar.
  Bilgisayar basinda kendi yalnizligimin tadini cikariyorum ruyada. Zaman ve mekan belli degil. Sadece ben varim, memnun ve mutluyum ama icimde her zamanki ufak huzursuzluk var. Biraz can sikintisi belki. Sonra olen ev arkadasimi goruyorum. Yanima nasil geldigini bilmiyorum. Saclari da biraz uzun, vefat ettigi zamandaki gibi degil. Intihar etmemenin ne kadar zor oldugundan konusuyor / konusuyoruz. Dayanmanin zor oldugundan. Gunluk konusur gibi.
  Sonra babamin eve gelmesi ile uyaniyorum. Nasil hissetmen gerektigini bilmiyorum acikcasi

29 Haziran 2015 Pazartesi

Rüya Günlüğü

  Okuldan ve liseden pek çok tanıdığım arkadaşla mezuniyeti kutlamak üzere bir plajda (?!) toplanmışız, ama öyle bir neşe, öyle bir mutluluk var ki. Bir yandan güneş var, altın gibi kum taneleri yüzümüze güneşin parıltılarını yansıtıyor, güzel içeçekler... Çekmişiz şortları mutluluğun tadını çıkarıyoruz. Uzunca bir sahil ve tüm sahil tanıdığım insanlarla dolu. Yüzlerce insan var yakından uzaktan tanıdığım, çoğu fakülteden... Bir şey almak üzere kendi yakın arkadaş grubumdan ayrılmak üzere harekete geçtiğimde, sahilin sağ tarafında şiddetli bir borazan sesi duyuyorum. Belli ki tek duyan ben değilim, bütün sahil o yöne bakıyor. Sesin kaynağını çözmeye çalışırken kocaman bir gemi görüyorum kıyıya dik bir şekilde gelen. Boğazda sefer yapan vapurlardan biraz büyükçe. İzliyoruz ses çıkarmadan.
  Gemi sola doğru keskin bir dönüş yapıyor kıyıya vurmadan önce, cüssessinden ve hızından beklenmeyecek şekilde. Yaptığı dalga sahildekilere vuruyor, "o büyük dalganın orada olmak vardı" diye düşünüyorum içimden. Kim sevmez ki uzaktan geçen vapurun dalgasını hissetmeyi sonuçta. İzliyoruz, ama ses çıkarmadan.
  Gemi, sahilin sessizliği içerisinde şovunu sürdürüyor. 180 derece döndükten sonra uzaklaşmasını bekliyorum, ama uzaklaşmıyor, dönmeye devam ediyor. Tekrar başladığı yöne doğru... Burnunu tekrar kıyıya çeviriyor. Çok daha yüksek bir hızlıca. Yine önden köpürtülü suyunu gönderiyor. Ama su bu sefer çok daha şiddetli. İzliyoruz, ama ses çıkarmadan.
  Dalga ve köpüklü suları durulduktan sonra, havanın mavisi ve kumların sarısı arasında kırmızı renk göze çarpıyor. O kadar çok ki, akıyor... Denize doğru da değil, sahile doğru. Yayılıyor. O anda anlıyorum (ve muhtemelen anlıyoruz) gemi sahile girmiş ve kıyıda izleyen insanları son hız biçmiş. 9-10 kişilik grubun yerde sereserpe, kanlı vücut parçaları şeklinde yattığını görebiliyordum.
  Çığlıklar başlıyor sonra, ama kimse kımıldamıyor yerinden. Sadece çığlıklar. Ellerimi başımın üstüne koyuyorum "Bu gerçek olamaz" olamaz diye bağırmaya başlıyorum, tekrarlayarak... Bir yanım yardım etmek üzere koşmak istiyor, bir yanım orada yakın dostlarımın varlığını bildiğinden, görmek istemiyor, bilmek istemiyor orada kimlerin olduğunu, kimlerin öldüğünü.
  Başladığının aksine çok karanlık bir havada bitiyor rüyam. Sahura kalkmasaydım daha kötüsünü görebilirdim sanırım.

28 Mayıs 2015 Perşembe

Sleeping at Last - Saturn  -  İnsanı alıp götüren şarkılardan biri daha. Güzel bir kulaklık veya ses sistemi ile tadına doyulamayacak bir şarkı. Belki "gününüzde" iseniz de gözlerinizden yaşlar boşanır. Haydi bakalım. Sözlerinin hepsini kolaylık olsun diye koyuyorum buraya, internette gezen insanların tembelliğini biliyorum çünkü, ben de oralıyım.

"You taught me the courage of stars before you left.
How light carries on endlessly, even after death.
With shortness of breath, you explained the infinite.
How rare and beautiful it is to even exist.

I couldn’t help but ask
For you to say it all again.
I tried to write it down
But I could never find a pen.
I’d give anything to hear
You say it one more time,
That the universe was made
Just to be seen by my eyes.

I couldn’t help but ask
For you to say it all again.
I tried to write it down
But I could never find a pen.
I’d give anything to hear
You say it one more time,
That the universe was made
Just to be seen by my eyes.

With shortness of breath, I’ll explain the infinite
How rare and beautiful it truly is that we exist."

26 Mayıs 2015 Salı

 Ne olursa olsun insan, öncelikle salak olmayacak. Az önce büyük bir keyif ve "ustalıkla" haşladığım yumurtaları, bir annenin bebeğine gösterdiği özenle soyduktan sonra, ince ince dilimleyerek tabağa dizdim. Sonra üstlerine karabiber ve pul biber koydum. 5 saniye sonrasında da aynı sol el ile, gözümü bir güzel kaşıdım. Hatamın farkına varmam, pek uzun sürmese de, her şey için çok geçti ne yazık ki...
  Göz kapağındaki epitel ile karabiber acısını hissedecek şekilde şapşal davranan insanlar listesine adımın yazılmasını talep ediyorum.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Paprika

  Film, çizgi film ve anime eleştirmeyi bilmem. Teknik bilgim daha önce de burada bir çok kez belirttiğim üzere sınırlı. Ama seyrettiğiniz kimi şeyler, yüzünüzde bir gülümseme bırakır, içinizde de bir sıcaklık. Kafanız da biraz karışık kalır "Az önce ne izledim lan ben?" diye. Paprika da böyle bir anime. Gerçek ve gerçek olmayanın karmaşasına biraz ilgi duyan herkesin izlemesi gerekir diye düşünüyorum.
 Paprika - Karnaval Müziği - "Karnaval"ın çılgınlığını yansıtan bir müzik. Aklınıza gelmeyecek her türlü varlığın eşlik ettiği bir karnaval düşünün, sanırım en uygun müzik de bu olur.
 (Edit : Sözsüz hali)

3 Mayıs 2015 Pazar


> Why aren't you dating her?
Because I only have the dream of being with her again and if I ask her and have a no, I will lost that dream. I'm with another girl right now, and somewhat happy.

4chan'de denk geldiğim bir konu. Anon'un düşüncesi çok ilginç.

Gizli İnciler

Fallen Drakes - Anymore Cinema. YouTube'da sadece 8700 kişinin dinlemiş olması ne kadar büyük kayıp ya da dinlemesinler, bana kalsın şarkı. Oh.
Paper Aeroplanes - When the Windows Shook - Bu hanımefendinin sesinde de beni alıp götüren bir şey var ama ne olduğunu çözemedim. "Güzel ses"ten fazlası. Ama çok da akıllı olmadığım için ne olduğunu anlamadım.
Majority Says - Silly Ghost
Majority Says - Run Alone Indie müzik aramaya başlayınca çoğu zaman salak elektronik/pop ezgilerine denk geldim ve haliyle beğenmedim. Tüm erkeklerin saçlarının da aynı olması da cabası. Bu gruptaki erkeklerimizin saçları da diğerlerinden farklı değil, lakin hanımefendinin fiziğine, sesine, tatlığına diyecek yok. "Run Alone" klibinde nakaratı söylerken mikrofon başında sallanışı yuva yıkar, aşk cinayeti işlettirir.
  Bugünkü gizli incilerimiz bu kadar. Bu şekilde bir seri yapmayı planlamıyorum. Çünkü planlar, yanında hayalleri ve beklentileri getirir. Oysa ki mutlu olmanın en büyük sırrı nedir? Beklenti içine girmemek. Hayat dersimizi de verdik 23 yaşında biri olarak. Daha ne olsun.

28 Nisan 2015 Salı

Rüya Günlüğü - 5

  Rüyada liseden bir kaç arkadaşımla (liseden olduklarını biliyordum ama sadece bir tanesinin yüzünü hatırlıyorum - Ömer'in ), bir oyun konsolu önünde yeni aldığımız bir dövüş oyununu oynayacaktık. İçinde kaç tane dövüşçü olduğuna bakıyorduk oyunun. Kutu içinden çıkan liste gibi bir şey vardı, orada açıldıkça açılıyordu falan. Her açılan sayfada etkilenip "vaooov" "ooov" nidaları atıyorduk. ( Rüyanın bu kısmının gündüz arkadaşımın aldığı GTA 5 kutusuna saldırmamla ilgili olabiliceğini tahmin ediyorum. GTA 5'i almayı ertelemiş biriyim, TUS sonrasına bıraktım.)
   Aynı rüyanın devamı mı, yoksa farklı bir rüya mı hatırlamıyorum, ama içerik açısından parlak olmayan bir rüyam daha oldu. Ara ara olduğu gibi, yine Arda'yı gördüm -vefat eden ev arkadaşım-. Eski zamanlardaki gibi kısmen uzun saçları vardı, odamın ortasında, yerde oturuyordu. Uzanma ile oturma arasındaki postür. Yüzü dışarı dönüktü... Artık alıştım bu rüyalara, duygusal olarak yıkılmıyorum eskisi gibi. "Özlem gideriyorum" diye düşünüyorum. Yine de, rüya olduklarını biliyorum artık içlerindeyken. Ölümün soğukluğu ve ölenin uzaklığı her yerde aynı oluyor. Rüya olduğunu anladığımda, şansımı denemek istedim yine de... Belki bu zamana kadar yaşadıklarım rüyadır diye. Hani bazen hayat süpriz yapar ya size hiç beklemediğiniz bir anda, hiç umudunuz yokken güzelliklerle dolar kalbiniz, ufacık bir ihtimal... Denedim şansımı, seslendim Arda'ya. Cılız sesimdeki  o kendime güvensizlik, öğlen uykusunu uyuyan birini bile kaldıramazdı, ebedi uykusuna uyumuş birini nasıl uyandırsındı? Zaten uyandırmadı... Rüya olduğu gibi dağıldı ve ben de uyandım.
  (Dipnot : Son iki gündür gastroenterit geçiriyorum ve biraz ateşim var. Aynı şekilde yine hastalandığım bir gün, yine Arda'yı görmüştüm. Ya sadece tesadüftü, ya da hastalık hali de sebep olabilir böyle şeylere.)

22 Nisan 2015 Çarşamba

20 Nisan 2015 Pazartesi

Hemato Pol'de Bir Intern

  Malum, İstanbul Tıp Fakültesi Intern'lüğünün son iki ayına girmiş bulunuyorum gün itibariyle. Bu civarlarda çok aktif olamamanın sebebi, çalıştığımın bölümün biraz olsun canıma okuması. Bilgisayarı açınca canım oyun oynamaktan başka bir şey istemedi günler boyunca. Bölümün adı? /trampetler çalmaya başlar/ Hematoloji beyler ve bayanlar! Ama sıkı durun, çünkü bu Hematoloji, bildiğiniz gibi bir yer değil. Hem de poliklinik! /kalabalık çılgına döner, teleofonların flaşları birbiri ardına patlar. Kakafoni içerisindeki kuzey yarım küre bir kara delik olur ve kendi içine çöker./
  Bilmeyenler için şöyle anlatayım. Internlük dediğimiz, çoğu zaman şans üzerinden yürür (ve her intern şanssız olduğunu düşünür). Her yeni bölüme geçişinizde nerede çalışacağınızla ilgili ya kura çekersiniz ya da nerede çalışacağınız önceden belirlenmiştir. Çalışacağınız yeri öğrendikten sonra ilk sorulacak soru : "Abi şurası geldi, nasıl orası?". CIA ve MI6'i kıskandıracak, MOSSAD'a ise kepenk indirtecek istihbarat çalışmaları ile kolaylık, zorluk, boş gün fırsatı ("off yapmak" denir bizim jargonda), asistan, uzman ve hocanın tutumu hakkında bilgi alırsınız. Boş günlerin olması güzeldir, çünkü TUS çalışabilirsiniz bu sayede. Eğer önceden belirlendiyse yerler, sıkıntı yok. Stres az olur. Liste asılır, oradan bakılır. Taşikardi olmaz. Ama iş kura çekmeyse... Bildiğiniz bütün tanrılara dua edersiniz, güzelce gusül abdesti alır, önceki bir hafta insanlara iyi davranırsınız ehuah. Çünkü hangi kağıdı çektiğinize göre bir sonraki ayınız ya mahvolur ya da bomboş olur... Hematoloji'de kağıt çekmeli olmasa da farklı bir kura sistemi vardı ve bana ne yazık ki Poliklinik geldi. Burada oturup zihin yaşı 10 civarındaki internlerimiz gibi sızlanmayacağım ya da şikayet etmeyeceğim tabi ki. Dert dinlemek isterseniz, herkesin bir derdi var. Amaç sadece yazıya geçirmek.
  Sabah 9'da başlayan mesaim akşam -ortalama olarak- 4'e kadar sürdü. Polikliniğimizde numaratör sistemi olmadığı için, kemoterapi alacak hastalara öncelik tanıyarak ve daha sonrasında da kan veriş sırasına göre sıraya sokmaya çalıştık hastaları. Muhtemelen hala Uganda'da başarı ile uygulanmakta... Ama her zaman imza, rapor, reçete bilmemnesi değiştirecek insanlar oluyordu. Kiminin dosyası kayıptı, kimisinin dosyası bile yoktu. Kimisi nereye geldiğini bile bilmiyordu. Bütün hastalar işlerini bir an önce halletme derdinde, haklı veya haksız olarak. Kimse 3-4 saat boş boş beklemek istemez. Azıcık gülümsediğinizi gören kimileri "hocam bizi önden alırsınız artık" yüzsüzlüğüne vurabiliyor işi. Kimisi de "dışarıda bebeğim var bilmem kaç günlük" ya da "karşıya geçmemiz lazım" gibisinden teraneler söylüyor. Mantıklı konuşulduğunda hiçbir hastanın itiraz ettiğin görmedim, biraz da sert durmak gerekiyor tabi, çünkü üste çıkmaya meyyal yapıları var ne yazık ki. Çoğu kronik hastalar, işleyişi biliyorlar, istismar etmeye hazırlar. ("Yaparken bana mı sordun bebeğe?" cevabını vermek çok istemiştim yine de). Yine de, insanlara yardım etmeye çalıştığınızı onlara hissettirirseniz, sıkıntıların büyük kısmı ortadan kalkıyor. İşleyişe hakim olmaya çalıştığım ilk 2 günde, orkestra yönetmeye çalışan intern gibi hissettim kendimi. Çok zorlandım ama sonradan bu düzene ayak uydurduğumu düşünüyorum ("setteki arkadaşlarla çok eğlendik, çok güzel dostluklar kurduk" ehuah) . Lakin, düzene ayak uydurmanın bedeli, akşam eve gittiğinde ders çalışacak halin kalmaması olarak bünyemden eksildi. Elimden gelen gayreti göstersem de, TUS çalışmama ağır bir tokat indirdi Poliklinik.
  Yorucu olması ve intern ruhu katili olması, o bölümden fayda görmeyeceğim anlamına gelmiyordu tabi ki. Ben de durumdan istifade olabildiğince Hematoloji öğrenmeye çalıştım -ki oldukça zayıf olduğum bir alan-. Sağolsun uzman ablalarımız Dr. Gülkan ve Dr. Nazlı, öğretmeye pek istekli ve meraklı idiler. Pek iyi niyetlerinin karşılığını, kendilerine yardımcı olmaya çalışarak vermeye çalıştım. Ne kadar yardımcı oldum bilemem artık. Periferik yayma bakmayı öğrendim lan. Ne kadar temel bir bilgi olması gerekir oysa ki. Hasta yönetmeyi öğrendim, ki bu da çok önemli.
  TUS için kayıp, yine de kendime bir şeyler katabildiğim bir 30 gündü. Yine de hiçbir internün tatmaması gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Gidin Servis yapın, KİT yapın gençler. Poliklinik gelmesin kimselere.

Rüya Günlüğü - 4

  Cumartesini Pazar gününe bağlayan gecede hayatımın en garip kabuslarından birini gördüm. Evdeki yatağımda uykuya dalmaya çalışıyordum kabusta, ama sürekli olarak kendimi huzursuz hissettiğim için uyanıyordum. Sol elimde şimdi ne olduğunu hatırlayamadığım bir nesne vardı. Ayıcık gibi bir şeydi herhalde. Masamın önündeki sandalye ve üstündeki çamaşırların oluşturduğu gölge oyunlarından korkuyordum, inadına da o tarafa bakıp. Hatta odamın kapısından içeri korkunç bir şeyler girecek diye düşünüyordum, hepsi rüyada. Sonra da uyuyordum.
  Inception konseptinden ötesine gidemeyen koca kafamı buradan kutluyorum.

Bahar Dilencileri

  Baharın geldiğini dilencilerden anlıyorsanız, tebrikler! 21.yüzyıl metropolitanısınız artık!
  Dilenci demişken bugün okuldan dönerken, kadının teki durdurdu beni. Yakışıklı olduğumdan değil. Dilencilerin bir yüzü olur ya hani, nasıl tanımlanır bilemem ama bir yüz şekli vardır hani ehe, ondan vardı hanımefendide de. Başladı konuşmaya : "Yanlış anlamayın ama (?!), ben Çapa'dan dönüyorum. Eve gidiş için bir yol parası verir misiniz?". Suratımı "meh" şekline sokup olay mahallinden uzaklaştım.
  1-) Neyi yanlış anlayacaktım orada?! Daha cümle girişinden belliydi para isteyeceğin, belli ki doğru anlamışım. Aslında benim anlamadığım çok gizli bir mesaj mı vardı işin içinde? Anlamamışım belli ki, görememişim büyük resmi =(
  2-) Ayrıca sol elinde damaryolu ve üzerinde flaster vardı. Şimdi, sevgili dilenciler, buradan size sesleniyorum : eğer bir gün sigorta parası ödemeye başlar da -Allah korusun- acillerimizden birine işiniz düşerse, bir hastanın soracağı klasik soruları siz de soracaksınız. Ben de soracağım hasta olursam eğer. Bunlardan en sonuncusu da, ilgili yerden çıkarken "Damar yolunu çıkartacak mısınız?"dır. İstiklal Marşı'nın "Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin İstiklali"dir bu soru, taçlandırır acildeki yolculuğunuzu. Bu yüzden bu soruyu sormadan gideni biz bulup, dövüyoruz. Evet. Dövüyoruz. Dolayısıyla, hiçbir hasta evine damaryolu ile dönmez. 

29 Mart 2015 Pazar

  Televizyon kumandasını elime aldığımda aşinalığımın olmaması, "ulan bu tuş nerdeydi" diyerek mini öfke krizleri geçirmeme sebep olması, iki şeyin sonucu olabilir :
  1-) Uzun zamandır TV izlemiyorum. Bir şey izleyeceksem zorlanıyorum. Gayet güzel. TV'den uzak olmak, mutluluktur tabi ki.
  2-) Hafıza konusunda sorunlar yaşıyorum. Bir çok şeyi hatırlama konusunda sıkıntı yaşadığımdan mütevellit, buna daha çok imkan veriyordum.
  3-) Üç dememişim ki. (bkz. 2.şık =(  )
  Muhabbetiniz olan çiğ köftecinin kapanıp yerine arap dönercisi açılması... Göçmenlerin etkisini bireysel olarak hiç bu kadar hissettmemiştim.
  -Bu aralar Elite Dangerous'u sarmış durumdayım. Gerçek hayatın içinden fırlayıp, 1300 yıl sonrasında uzayda sistemler arası zıplamak, bana farklı bir huzur veriyor. Oradan oraya mal taşıyorum, canım sıkılınca popisi yüksek yerlerde korsan avlıyorum, daha da canım sıkılınca "on the loose" moduna girip önüme gelen random oyuncuları patlatıyorum. Kaçmaya çalışanları çarparak patlatıyorum. Ne dünyayı kurtaran bir kahramanım, ne de önemli bir kişi. Kocaman samanyolu galaksisi içerisinde önemsiz bir geminin önemsiz bir bireyi sadece. Sanırım bana bunu hissettiren oyunları ayrıyaten seviyorum. Çünkü gerçek hayatta çok önemliyim, ondan =P
   -Pillars of Eternity çıktı yakın zamanda. Onu da oynanacak oyunlar listesinde ekledim güzelce. Oyun dünyasındaki "aptallaşma ve basitleştirme"nın en ağır vurduğu alanlardan birisi RYO'lar (rol yapma oyunları) oldu. Hatta kurbanı oldu diyebilirim. Geçmişteki RYO'lar ile şimdikiler arasında "ulaşılabilirlik" adı altında dağlar kadar fark yaratıldı. Elder Scrolls serisi bu konudaki en güzel örneklerden. Elder Scrolls 3 : Morrowind ile 5. oyun Skyrim arasındaki fark akademik olarak "basitleştirme"ye en güzel örnek olur herhalde, akademik olarak bile araştırılabilir. "Basitleştirmek"ten kastım, oyunun kolaylaşması değil, derinliğini kaybetmesi, sığlaşması. Skyrim'de puan verdiğimiz herhangi bir stat bile olmaması mesela, üzücü. Her iki oyun da tabi ki güzel. Ama sonraki Elder Scrolls oyununda her şeyin otomatik olacağından korkuyorum. "Cinematic experience" ehehe. Nerde kalmıştım, ha evet, sığlaştırma ve basitleştirme. Oyuncuların bir kısmı oyun oynarken veya oynamak için bir şeyler okumak istemiyor, öğrenmek istemiyor pek. Oturup oynayıp kalkmak istiyor. Hatta öteki sene oyunun benzeri çıkınca, daha mutlu oluyor. "Eskisine benziyor" diye. Bu ortamda Kickstarter'dan güzel bir çıkış yaparak piyasaya çıktı Pillars of Eternity. Derince bir lore'u, bir cümleden ibaret olmayan karakterler, sadece yüzeyel ve görsel olarak varolmayan bir dünya... Sabırsızlanıyorum başlamak için. Kaybolmak istiyorum içinde. Güzelce bir fantastik macera okumayalı / oynamayalı uzun zaman oldu. Dragon Age : Inquisition? "Sen seçilmiş adamsın hurr durr" "Ancient evil has awaken hurr durr" "Irkları bir araya topla hurr durr" "Face the evil hurr durr". Artık can sıkan bir Bioware teması. bir zamanların efsane firmasının 3 oyundur aynı geyiği kullanması çok can sıkıcı. Mass Effect de en azından Shepard efsanesi bir anlamda gözlerimizin önünde yükseliyor. Onun da sonu b*k ya, neyse.
  -Yakın zamanda GTA 5'in bilgisayara gelecek olması da, TUS çalışmama kocaman bir darbe vuracak. Sosyal hayatıma da. Sosyal hayat? AHAHAHAAHAHHAHAHAHAHAH
  -Battlefield 4'de maksimum level'a ulaştım dün. Hayatımın neredeyse 900 saatini verdim oyuna. Pişman mıyım? Pişman olsam ilk 100 saatten sonra bırakırdım. Şimdiki haliyle bir klasiktir oyunu. Hardline'i yakın bir zahmet.

İTF Göğüs Hastalıkları - İntern Gözünden

  İstanbul Tıp Fakültesi'nin mağrur olmayan Internlerinden biri olarak Göğüs Hastalıkları Stajı'nı geride bırakalı 1 hafta oldu. 4 haftalık döngü içinde: 1.ve 4.hafta serviste, 2.hafta Uyku bölümünde, 3.hafta da poliklinikte çalıştım. "Çok eğlendim, yeni arkadaşlıklar kurdum, zaten eğlenmek için gelmiştim, kazanmak için değil". Hep bu ifadeyi kullanmak istemiştim. Rahatladım.
  Serviste sabahları vital baktık bol bol. Sabah vizitten önce tansiyon + saturasyonlara bakıp hastaların defterlerine yazıyoruz. O gün bir şikayetleri var mı diye soruyoruz. Varsa şikayetleri asistan abimize / ablamıza iletiyoruz, ilaçlarını düzenliyoruz. Gün içinde olan değişiklikleri elden geldiğince takip edip dosyaya gözlem/progresyonları yazıyoruz. Yeni hasta yatarsa dosyasını biz dolduruyoruz. Yani amele işlerini bir kısmını çekiyoruz. Sorsanız "e doktor işi bu" derler, ama hiç doktorların yaptığını görmedik ehe. Şikayetçi değilim hiç, olmadım da. Kendi adıma güzel tecrübeler edindim, hem iletişim konusuda nhem de mesleğim adına. Yalnız Mürüvvet teyzem vardı. Yaşı ileriydi, yıllardan beri kortizol kullanmanın etkisi ve de yaşından dolayı osteoporozu vardı. Vasküliti, kalp yetmezliği ve düzelmeyen nefess darlığı vardı. Tuvalete yorulmadan gidemiyordu teyzem. Dosyasını da ben doldurdum onun, her sabah gidip de azıcık muhabbet edince çok ısındık birbirimize. Ananeme benzettim herhalde, belki de ondandır. Kötü haline göre , morali o kadar iyiydi ki... Yataktan zorla kalkarak çalışmaya gittiğim günlerde onu görmek hem utanmamı sağlıyordu kendimden hem de günümün geri kalanında enerji veriyordu bana. Tek şikayetçi olduğu husus, karın şişliğiydi. Söylenmiyordu hiç. Bir gün sorduğumda rahat uyuyup uyumadığını , "Dün gece kalbimle konuştum oğlum" dedi bana, "Yeter, yoruldun artık" demiş ona. Bana bunu gülümseyerek ve gözlerinde en ufak bir üzüntü olmadan söyledi. Gelecek olan ne varsa kabullenmiş hali, gençliğimden utandırdı beni. Ölümün varlığı - ihtimali, geri kalan bütün HER ŞEYİ önemsiz kıldığını bir kez daha gördüm gözlerinde teyzenin. Bedeninin prognozu çok iyi olmayacak belki teyzemin, ama o ruh ile çok daha ilerilere gider o. Bu dünyada olmasa bile.
  Duygulandım lan. 2. hafta aslında tüberküloz servisinde çalışacaktım ama arkadaşımın Uyku bölümü ile ilgili bir sorun yaşaması sebebiyle oraya geçiş yaptım. Polisomnografi yapılacak hastaların dosyalarını çıkardım durdum, yeni gelen hastaların da dosyalarını doldurdum. Oldukça çok boş vaktim vardı , güzel güzel ders çalışıp değerlendirdim. AFERİN BANA! Kapımda "Uyku Bölümü Sorumlu Hekimi" yazıyordu. "Intern Müsveddesi" de kabulumdur lakin.
  Poliklinik haftası da hoca ya da asistan yanında uslu uslu poliklinik yaptık. Açıklanacak çok bir şey yok, tek bir şey dışında : İnsanlar son raddeye gelene kadar önlem almamaya meyyal. Besbelli onları ölüme götüren ama şu anda sağlıklarına pek bir etkisi bulunmayan bir sebebi önemsiz görüyorlar. İlaç kutularını nizam içinde dizip doktor istediğinde çıkarıyor, ama 5-10 kilo vermiyorlar. İlaç kutusunun yarısı verilen kilolar ile birlikte uçup gidecekken oysa ki. Ama hayır, ilaçlar sihirli haplar ya, iyi yaparlar seni! Çok üzülüyorum lan. Bu yüzden kimseye kızmıyorum tabi ki, sadece bu konuda yeterince eğitim olmaması sorun belli ki.
  Standart çalışma düzenim böyleydi. Beni üzen bir nokta oldu Göğüs Hastalıklarında. Arada bir sabah vakalarına veya hoca derslerine katılım az oldu bizim tarafımızdan. Olur mu olur, insanlık hali. Ya uyanmamıışız ya da tembellik etmişiz. her ne ise. Ya da gidip TUS çalışanlar oldu aramızdan, yadırgamam. Kıdem piramidinin orta ve tepesindekiler hemen atarlı haller aldılar , devletin bize verdiği 330 liralık maaşı başımıza kakmaya çalıştılar. "Gelmediğiniz gün maaşınızdan keseriz" lafını etmeye başladılar. Eşek kadar hocanın, eşek kadar uzmanın ağzından çıkanlara inanamıyor insan. Bize böyle şeyler de söyledikleri için kızmadım hiç, sadece acıdım. Bütün samimiyetimle yazıyorum ki, acıdım. Biraz da iğrendim. Sonra aynı şekilde bir gün daha oldu, sabah vakasına katılım pek azdı yine. Ben de gitmemiştim -pişman değilim-. Sonra bir hocamız "intern çizelgesi" hazırlanmasını teklif etmiş toplantıda. "İyi" çalışanlara fazladan para verilsin mealinde bir öneri, artılı eksili bir sistem... Dini imanı para olmuş adamın, bizi de orada para için çalışıyoruz sanıyor. Sorun paraysa lakin, önceki aylarda elimde olan bütün parayı vereyim benim yerime başka birini tutun o çalışsın köpek gibi. Ne serviste, ne poliklinikte hiçbir iş aksamaz iken, iki vakaya gelinmedi diye gelecekteki meslektaşına yapılan şu muameleye bak. Beni asıl üzen kısım da bu, KESİNLİKLE hiçbir iş aksamadı, hiçbir yerde, hiçbir zaman. Hiçbir asistanın söylendiğini duymadım. Ama birilerinin gözünde "intern"üz, işten kaçıp da deli gibi TUS çalışmak isteyen düzenbaz tipleriz. Bu paragrafın sonunda belirtmek istediğim iki ironik nokta var :
  1-) Hastaların tıp çalışanlarına "sizin paranız benim vergimden veriliyor, bana bakmak zorundasınız hebele höbölö" şeklindeki tavırlarını, bütün doktorlar eleştiriyor haliyle. Prof.undan uzmanına. Ama aynı muamaleyi uzman ve Prof., çalıştığı fakültenin internüne  yapıyorken, eğitimsiz insanların bu muameleyi yapmamasını beklemek anlamsız olur.
  2-) Bizim için intern çizelgesini teklif eden hocamız, aynı gün öğleden sonraki dersine, kendi özel muayenehanesine gittiği için gelmedi. Ah garip dünya, ah.

12 Mart 2015 Perşembe

  +Bekçi buralarda mıdır acaba?
  -Bekçi buralarda. Intern oldun, yüzümüzü görmez oldun lan!
  +Ne yapayım lan, yazacak şeyleri listesi kabardı. Bir delikanlı kalbindeki aşk gibi dalga dalga vuruyor her yere, ama yazamıyorum. Kendime pek bir şey katmıyorum.
  - En azından bol bol TUS çalışıyorsundur hea?
  + Meeh.
  - Menes'im kuzum, noldu sana?
  + Yok bir şey. Herkese böyle diyorum. 
  - Bana söyle!
  + Cık! Olmaz! Her şeyi herkese söyleyebilir misin?
  -Seninle de dertleşilmiyor ki lan.
  +Patates gibi adamım ondan. Bak ne diyeceğim sana, hani ben intern'üm ya, bize 300 küsür maaş veriyorlar ya.
  - Hee?
  + İşlerde aksama olunca uzmanlar ve asistanlar bizim maaşımızdan para kesmekle tehdit ediyorlar.
  - Hadi lan?
  + Vallahi bak. Kızmıyorum tabi ki onlara, ama hallerine üzülüyorum. Otorite ve bağ bana kalırsa aynı anda kurulması gereken şeylerdir. Ama sadece otorite kurmaya çalışınca insanlar üstünde, böyle ezik tehditler atıyorlar ortaya ne yazık ki. Oysa ki çok tatlı asistan abi/ablalarımız ile çok güzel iş yapılıyor. Maaş tehditine gerek olmadan. Komikler lan, cidden. Ha, ayrıca benim resimlerime noldu lan?!
  - Hangi resimler?
  + TÜM RESİMLER! Seni bekçi diye diktim, olana bak. Bugün blogundan resim çalan, yarın başından saç telini çalar, sonraki  gün donunu çalar, sonraki gün saçından ve donundan çorap yapıp sana satar.
  - Hepsini bulup getireceğim!
  + Yavaş getir de, saçın başın dağılmasın kuzum. Haydi bakalım.

5 Mart 2015 Perşembe

29 Ocak 2015 Perşembe

  Okula gidip de çalışmamam gereken sabahları, eşsiz mısır gevreğimi kaseme dökerken zevkten dört köşe olarak dinlediğin şarkı :
  Regina Spektor - "Don't Leave Me (Ne Me Quitte Pas)"
  Hanımımızın tatlığı, klibin deliliği ile çok güzel bir uyum içinde. Allah bozmasın. 

Middle Finger Again!

  Sizi çok kötü etkileyen bir rüyadan sonra, gülmek için izlediğiniz çizgi-filmin, yaşadıklarınıza benzer bir hikaye anlatması sonucu gözünüzden yaşlar gelmesi sonucu, menstruasyon öncesi bir kız gibi hissetiğinizde ve gününüz b*k gibi geçtiğinde, sevgiliniz grip yüzünden size naz yapıyorsa ve çekemeyecek haldeyseniz, ama öteki gün kalktığınızda bir çok şeyin düzeleceğine inanıyorsanız (ve gerçekten düzeliyorsa!), o sabah yapacak tek bir şey vardır.
  Give everything little middle finger


3 Ocak 2015 Cumartesi

  2015 olmuş lan.

Passenger - Let Her Go

  Bazen öyle şarkılara kapılır ki insan, defalarca dinler dinler durur. Na böyle kalbindeki koca deliğe uygun olur belki de şarkı. Passenger - Let Her Go da işte böyle bir şarkı oldu benim için. Dinlemeye doyamıyorum. Hala ilk seferdeki güzelliğini koruyor benim için. Sözleri kesinlikle ticari kaygıyla yazılmamış. Baya aşkla yazılmış bu şarkının sözleri. Her gitar telinden, her sözden duygu akıyor. Geç kalmışım şarkıyı öğrenmek için, çok belli. Tıpkı bu şarkıyı bana söyleyen arkadaşımı tanımakta geç kaldığım gibi. Ama olsun, bir yerden düzeltmek gerekiyor ve kendimden eminim ki, 2012 yılından beri olan eksik dinlemelerimi kapattım.

Paracık

  Acil dahiliye nöbeti demişken, yazıya geçirmem gereken bir şey var.
  Nöbet esnasında asistan abilerimizden bir tanesi arkada bir hastaya pansuman yapılması gerektiğini söyledi. Ön taraftaki yük azaldıktan sonra arkaya gittim, gitmez olaydım. "Küçük yara pansumanıdır herhalde" diyerek daldığım Acil Dahiliye Servisi'nde gördüm ki, yaraların genişliği olmuş Büyük Kanyon... Yaranın içine taş atsaydım, dokuya değmesi bir kaç saniye sürerdi, o kadar derin. Tabi el mahkum, pansuman için gerekli ekipmanı toplayıp başladım pansumana.
  6 çocuğu olan ama hiçbirisi yanında bulunmayan, başka bir akrabasının ilgilendiği bu teyzem üstünde herhalde 1 saat uğraştım. Makas bile bulmanın mümkün olmadığı, her aletin sayılı (ve değerli) olduğu serviste, gazlı bezleri bir terzi gibi birleştirip ayırarak büyük yaraların üstünü kapattım -kapattık, hasta yakınının yardımı ile-. Bakterilerin de soyunu baticon ile kuruttuktan sonra tabi ki. Hastaların çoğu ile de iletişimim fena değildir, severek yaptığım için bu da hasta ve yakınlarına yansıyor bir şekilde (tıpkı işini severek yapan her insanın, yardım ettiği kişide oluşturduğu o memnuniyet gibi).
  Pansuman ile işim bittikten sonra tekrar Poliklinik olan tarafa yöneldim. Oradaki işlerle meşgul oldum. Bir süre sonra hasta yakını olan amcam geldi, beni çağırdı. "Herhalde hastayla ilgili bir soru soracak" diye düşündüm ve yine "yara-Büyük Kanyon" olayındaki kadar yanıldım. Gariban amcam cebinden bir miktar para çıkardı. Bana doğru uzattı parayı. Bir elimde Sarelle çikolata, kafamın içinde birden frontal-oksipital gezen deşarjlar, şaşkınlıkla geri çekildim. Amcama zor anlattım bu işin parasını zaten aldığımı,zaten işimin bu olduğunu, bir hayır duasının yeterli olduğunu, bu parayı da sadaka olarak vermesini istediğimi. Zor ikna ettim. Kötü niyetli biri değildi pansuman yaparken gördüğüm kadarıyla, ama çok üzüldüm.
  Çok üzüldüm, çünkü amcam kim bilir hangi devlet dairelerinde böyle iş halletmek zorunda kaldı... Zaten işini yapması gereken insanlara, o işini yapması için ne kadar para verdi... Ne kadar hak yenildi, ne kadar iyi insanın parası böyle alındı... Hangi kültür öğretti bunu amcama... Keşke hastanedeki servislere katkı yapacak bir fon olsaydı, oraya koyabilseydi parasını. Bazen gerçekten büyük imkansızlıklar içerisinde Yoğun Bakım Ünitesi olsun, Cerrahi Servisleri olsun, büyük işler başarılırken hastanede -kimi insanların da büyük özverileriyle-, öte yanda Ankara'da birilerinin ego masturbasyonu yapması için inşa edilen bir koca "saray". Terazinin iki yanına koyuyorum ve anlam veremiyorum.
  Amcamın "Allah razı olsun hocam" deyişi bana yetti, beni mutlu da etti. Ama içim kahroldu onu odasına gönderirken. Acaba muslukları altından mıydı oranın?
  3 yıl önce -3.sınıfta- gönüllü olarak bir dahiliye nöbetine gitmiştim (hangi akla hizmetse). Tansiyon ölçmeyi bile bilmeyen, anamnez almayı yeni öğrenen bir ufaklıktım açıkçası. Bu geceki Acil Dahiliye nöbetimden çıkışımda farkettim ki, doktor olmak üzereyim. Bazı şeyleri de fena yapmıyorum hani (yazar burada kendini övmek istemiş.)
  Gelen hastaların anamnezi olsun, muayenesi olsun hala eksiklerim var. Özellikle reçete yazma konusunda ilaçların ticari isimlerini bilmemenin getirdiği bir sıkıntı var. Asistan abi/ablalarım her ilaç yazışında sorgulamak durumunda kalıyorum ilaç içeriği için. Bunlar bir yana, insan pek farketmese de seneler gerçekten bir şeyler katıyor. Gerek deneyim olarak, gerekse de bilgi olarak. Bunu diyen 6.sınıf tıp fakültesi öğrencisi olması da ilginç =P